Çok şey değil, beni hatırla istiyorum.
Arada bir ama, öyle sık olmasın. Olmasın ki bir anlamı olsun.
Bir kız vardı de, çok üzmüştüm zamanında.
Çok sevmiştim de yine de çok üzmüştüm.
Bir kız vardı de, ama ne kadar vardı, öyle böyle değil.
Çok üzülmüştü de yine de çok sevmişti.
Şu kadarcık hakkım varsa sende, beni unutma istiyorum.
Biliyorum, koku demiştin, kokunu içime çektiğimde seni hiç unutamayacağım demiştin. Hoş, unutmak da istemiyorum zaten, orası ayrı demiştin.
Biliyorum, unutamayacağın hiçbir şey paylaşamadık seninle.
Gelmedin, gelemedin belki de.
Ama de n'olursun, bir kız vardı de.
Beş yüz küsur kilometreye inat aşık olmuştuk de.
Durduk yere anımsa beni istiyorum.
İçin cız bile etsin istiyorum, keşkelerin olsun benim için.
Özle istiyorum.
Canını yakabilmek bile istiyorum inan.
Çünkü elle tutulur hiçbir şeye sahip olamadık seninle.
Hatıralarım içinde bir yerlere dokunduğu sürece varım çünkü senin için.
Kulağa hoş gelmiyor biliyorum ama gerçek bu, biliyorsun.
Canımı yaktığın kadar canın yansın istiyorum.
Yansın ki hala beni hatırlıyor olduğunu bileyim.


Oturup da saatlerce sesini duyduğum kaldırım taşı bile canımı yaktı bugün.
Sevgilim, hala mı özlemedin?
Aklın almadığı şeyleri lunaparkın ışıkları alıyor bu şehirde.
Ankara'yı sadece deniz olmadığı için sevemeyenleri anlamıyorum.
Anlamadığım onlarca şeye bir yenisi ekleniyor.
Ben mesela.
Bu kadar çabuk alışabilmiş olmanın yanında böylesine inanmış olmak nedendir anlamıyorum.
Tüm o -sayılı- günlerin gerçek olmadığı ihtimalini toprağın altına gömüyorum.
Gömüyorum ki kar yağıp buz tuttuğunda sakladığım yerleri unutayım.
Buralara sık sık kar yağar sevgilim, sen bilmezsin.

"Geleceğim o iki üç güne neler sığdıracağımı bilemiyorum ama seni kalbime sığdıramayacağım kesin."

Ben mesela.
Bu kadar çabuk değişebilmiş olmasını değil üç, on üç durak fazladan yürüsem de çözemiyorum.
Ki aslında değişemez de zaten.
Çünkü sevgilim, adın üstünde -hala-.
Hasta olayım diye çene titreten soğukta yangın merdivenine oturmuş sigara içiyorum.
Madem gittin unuttur kendini diyorum.
Hiç mi acımıyorsun bana diye düşünmekten ellerim titriyor.
Beynim kendi kendini çürütecek içeride.
Boğazımın ortasında nasıl bir şey oldun da düğümlenip kaldın, sen bilmezsin sevgilim.


"Sesini duymadığımda kendimi güçsüz hissediyorum."

O kadar acıttın ki canımı söküp içimden pencereden fırlatayım diyorum.
Bu kadar güzel olmasaydın keşke de bu kadar acımasaydım demeden duramıyorum.
Ben mesela.
Eninde sonunda her şeyi hep güzel hatırlarım sevgilim, sen bilmezsin.
Fotoğrafların göz kırpıyor, yeminler ediyorum.
Gözümü kapattığımda sesin kulak zarımı yakıyor.
Çünkü orda hala beni seviyorsun, biliyorum.
Söylenecek her şeyin tükendiği çizgilere basmadan da yürünmüyor ki.
İnan maalesef ki uçmayı bilmiyorum.
Ama merak etme hayal kurmayı bırakmıyorum.

Işık hızında biten güzelliklere kadeh kaldırıyorum.

Seni güneş kadar özledim.


Keşke dünya 'böyle' bir yer olmasaydı.
Sevgilim.
Ve biz 'gerçekten' mutlu olsaydık.
Yordun beni be sevdiğim.
Bir iki gece izne çık bari ne bileyim.
Bir iki gece güzel uyuyalım.
Sonra kahvaltı falan yaparız merak etme.
Çay sevmezsin sen, ben karpuzun çekirdeklerini de ayıklarım.
Ama gözünü seveyim.
Bu belirsizlikler insanı öldürür bir gün.
Sahi sen nasıl?
Peki, ben vazgeçerim.
Varsın balık ekmek de yemeyelim de bir şey söyle.
İnan çok yordun beni.
Ben kaçıp gideceğim buralardan, az kaldı.
Ütünün fişini çekmiş miyim bir bakıver.
Yanık kokusu saracak her yeri.
Severiz de aslında ama laf olsun.
Sen merak etme diyorum.
Gelecek olursan eğer sahlep de içeceğiz erken vakitlerde.
Ama bir şey söyle artık olmaz mı?
İnsan iki de bir dönüp arkasına bakmaktan yol alamıyor çünkü.
Tükettin beni be sevdiğim.
Öldüreceksin günün birinde, az kaldı.
Seni gördüm.
En umudu kestiğim, son görüşüm de o merdivenin başındaydı yedi ay kadar öncesi, dediğim zamanda gördüm.
Kilo mu vermişsen artık her ne olmuşsa tanıyamadım arkadan.
Sırf bunun için bile mutsuz olunurdu da her şeyi boşver ben seni gördüm.
Hala da nasıl seviyorsam allah kahretsin.
Gördüm işte.
O karşında oturanı da gördüm.
Aramıza eklenen bir yenisi daha işte dedim, geçtim.
Umrumda bile olmadı emin ol.
Senin beni görmemiş olman kadar üzmedi bile.
Oysa bıraksalardı da o karşındaki masaya otursaydım.
Kime neydi.
Üzüleceksem üzülürdüm, seviyorum ben kime neydi.
Onlar kimdi ki izin vermiyorlardı.
Arkadaşlarımdı.
Ama ben seni gördüm.
Üç masa arkamda oturuyordun sen.
Arkan dönük.
Ne olurdu beş dakika fazla görseydim.
Anlamıyorlar, boşversene ben seni gördüm.
İyiliğimi falan düşünmesinler, iyilik mi kalmış bu saatten sonra.
Kimseye bahsini bile açamam ki artık.
Çünkü herkes her şeyi ne de güzel biliyor.
Senden vazgeçtim diye seni sevmekten de vazgeçmek mi lazım.
Senden kaçtım diye, nolurdu sanki o masaya otursam.
Kime ne, ben seni gördüm.
Gelip de konuşamazdın benimle bilmiyor muyum.
Merak işte.
Beni gördüğünde nasıl bakacağını bilsem yeterdi.
Anlardım ben.
Sen yine yormazdın kendini.
Sen de görseydin ya beni.
Ben nasılsa o sim kartını kırıp atamadım, bakardım belki -değil kesin- silinmeyip saklanacak bir şey daha olurdu.
Şimdi senin haberin yok ama.
Ben seni gördüm.
Boşversene.
Gülerek akan yaşlara bir yenisi.
Yazamıyorum.
En ufak bir duygu kırıntısına heba edeceğim bütün kelimeleri.
Yok olmuyor, yazamıyorum.
Her şeyi böyle bir çırpıda bitirmese miydik?
Arada bir de olsa iyi geliyordu sanki bir köşede sıkışıp kalmış varlığı.
...
Sen.
Ölüyordun.
Lan.
Ne.
Diyosun.
...
3 ay 14 gün.
Birazdan tam 3buçuk olacak.
...
Ama yazamıyorum.
Böyle de olmaz ki.
Hep o eski şarkıları dinliyorum üstelik.
Kalemi elden düşüremediğimiz zamanları yad ederekten hani.
Olmuyor.
O duygu başka herhangi bir -hiç-kimseyle aynı yeri almıyor.
...
Yarından sonra benim doğum günüm.
Birazdan yarın olacak.
Korkuyorum.
Ben yine büyük konuştum.
Şöyle yapmazsa şöyle yapacağım gibilerinden.
...
Sen.
Mutluydun.
Bir.
Zamanlar.
...
Şimdi bile, hala yazamıyorum.
Ben bunu hiç beğenmedim, söyleyeyim.
Kışı özledim.
Ben öyle sıcağı pek sevmem.
Bakın, sıcağın zaten çok da sevilesi bir yanı yoktur.
Deniz sevilir mesela.
Sahilde -hafif bir rüzgar iyi gider- ne zamandır gözüne kestirip de fırsat bulamadığın kitabı okumak sevilir.
Belki yaz meyveleri.
Akşamüstleri havanın balkonda oturup çay -ilerleyen saatler için kahvemiz hazır- içilesi olması.
Biraz da giysilerin hafifliği, zaten hali hazırda fazlaca yükümüz varken.
Anlıyorum, bunlar sevilesi duruyor.
Ama gerçekten üç koca ay boyunca sürmesine pek de lüzum yok.
Kışı özledim
Soğuğun yaşadığımı hissettirmesini.
Onca surat asıklığının arasında gülümsemek için başlı başına bir sebep olabilen kar yağışını.
Kazaklarımı. Ağırlıklarını. Güven vermelerini.
Yürümeyi, uzun uzun ve telaşsız -yazın yapamayacağınız kadar dingin-.
Yazın dinleyemediğim şarkılar var, onları özledim.
Çünkü onlar hava sıcakken dinlenebilecek kadar yüzeysel değiller.
Bazı şeyleri kategorilere ayırmazsam yaşayamam.
Eşleştirmeler akılda tutucudur ve bana kalırsa pek çok şeyin ait olduğu bir ana başlık olmalı.
Genel olarak düzenden bahseden biri değilim.
Sınırlar sen ne kadar istersen o kadar geniş ama kendi içinde tutarlı.
Ne diyordum, kışı özledim.
Sıcak insanı değilim, olamam.
Doğum günümü hiçbir zaman fırından yeni çıkmış kek ve sahlep ile kar yağışı eşliğinde kutlayamayacak oluşum arada mutsuz ediyor.
Kendim için bir tane de ben doğum günü uyduruyorum.
Soğuk olsun ki aldığım nefesi hissedeyim.
Parmaklarım uyuşsun -daha önce küçücük bahsetmiştim hissizlik güzeldir-.
Daha çok zaman var biliyorum.
Kışı özledim.
Özlediğim onca şeyle beraber.

Unutmamak adına.

Biraz umuttan bahsetmek isterim vaktiniz varsa. Tükenebilirliği üzerine yaptığım uzun araştırmalar sonucu hala burada, içimde bir yerlerde duruyor ve galiba yalnızca bir gece önce farkına varabildim. Geç olsun güç olmasın dediklerinden.  
Yeniden keyifli günlere uyanışımı bilemiyorum nasıl kutlasak. Bir yerden başlamak gerektiği konusunda haklıydım, hiç bitmeyeceği konusunda bir o kadar haksız. Kabul etmek büyümekten geliyor. 
Şimdilerde içinde bulunduğum şehrin bugüne kadar farkındalık yaratmayan yanlarını keşfediyorum. Her bir sokağın ondan ibaret olmayışını mesela.  Adımlar daha bir sağlam gibi.
Aklıma takılıyor bunca zaman değil de neden şimdi.  Sorgulamıyorum. Bazen insan bulaşık yıkarken olması gerekenden daha derin şeyler düşünebiliyor. Olağan diyip geçmekte fayda görüyorum. 
Hala da gerçekten anlayan insanların olduğu bir dünyada ne kadar yalnız olabiliriz ki diyorum. Kahve iki kişilik bir şeydir. Kahveyle mutlu olabilenler el kaldırsın. 
Bahsetmiştim.  Bir yolunu bulmam lazım geliyordu ve bir yolunu buldum. İyi haber, bu kez her nasılsa sonu görünüyor. Kötü haber yok sadece biraz daha yolumuz var. 
Artık kabullenmiş oluşum belki de çokça bileni olmayan kıyıda köşede kalmış bir şarkının marifetidir. Çünkü öğrendim 'sabah beşten sonra evden çıkan kimse geri dönmemiştir'.
Çözümsüzlük anlarında nüfuz ediyorsun en çok.
İşini biliyorsun kısaca.
Tüm hücrelerime eşit aralıklarla.
Tanıdık bir şarkı eşliğinde hüzünlü olanlardan.
Hangi biri değil ki.
Kısa süreli sahte bir mutluluk uğruna kat ve kat çözümsüzlüğü beraberinde getiriyorsun.
Haksızlık bu yaptığın.
Güya haktan hukuktan bahsediyorsun.
Sen sokakları karış karış yürümüş müsün ki.
Bırakmamaktan bahsediyorsun.
Baş etmeye çalıştığım duygudan haberin var mı diyesim geliyor.
Baş edemediğim duygudan.
Bırakıyorsun.
En lüzumsuz kayıplarımda dolduruyorsun boşluğu.
Yenildiğimi hissettirmek hoşuna gidiyor.
Sana ihtiyacım varmış gibi.
Yok.
Biliyorsun.
Aklımdaki işgalinden sıyrılıyorum yavaş yavaş.
Diğeri de peşinden.
Bir kez daha her zamankinden.
Anlıyorsun.
Artık son kezlerden bahsedemiyorsun.
Sen beni hiç rüyanda görmüş müsün ki.

İygeceler.

Bu kadar uzun zamandır yazmaya bir kez bile meyletmeyişimle oturumu açıyorum.
34 gün uzun bir süredir.
İygeceler.
İnsan nelere alışıyor bilseniz.
Ben mesela artık büyük konuşmuyorum.
Karar iki nokta üst üste.
Yok boyumun ölçüsünü aldım.
Yine de bazen düşünmüyor değilim ölüm denen şeyin olduğu bir dünyada bu kadar acı neremize sığıyor.
Yasaları deliyorum.
Hatırlatırım düşünmek genelde yasaktır.
Kahrolsun bağzı şeyler.
Ölüm diyorum.
Soğukluğunun yakınından bile geçmedim nereden bileceğim.
Dedem ölmüş ben küçükmüşüm. Hatırlamam bile yüzünü.
Geçen yaz babaannem öldü. Gördüğüm bir elin parmaklarını bulmaz. Konuştuğum iki elin.
Sonra da yaşa-yama-dıklarım ağır geliyor diye şikayet ediyorum falan. Ayıp.
Ama artık büyük konuşmuyorum.
Ki eşzamanlı olarak yazmıyorum da.
Planlardan uzak kaldım. İyi gelmedi desem yalan.
İşin tuhaf yanı kendime artık şart koşmadığım şeyler yavaş yavaş önemini kaybediyor.
Şey gibi yasak olanın çekici olması.
Artık kural yok ya yasak yok.
Sanki artık zamanın biraz biraz yardım etmesine izin veriyorum gibi.
Bir fotoğrafa ellerimin titrediği zamanları geride bırakmışız.
Sesini duymanın yaratacağı etkiden henüz haberdar değiliz.
Yine de korkmuyorum ve hayır bu büyük konuşmaya girmiyor.
Bir yerden sonra onun da vazgeçmiş olmasını anlayışla karşılıyorum.
Mesela.
İstediğimin tam da bu olması gerekiyordu.
İstediğim en yalın haliyle oydu.
Olmayacağını anlamak büyümeme yardımcı olmuyordu.
Ve ben zamanın geçip gitmesine tahammül edemiyordum.
Boşa gidiyordu.
Ya hep ya hiç.
En büyüğünden bir kumar oynadım.
Her şeyimi kaybettim. Kendim dahil.
Yolunu kaybettiği zamanlarda bir yolunu buluyor insan en çok.
Altını çizin bunun lazım olacak.
Çünkü kaybedecek bir şeyin kalmamış olması her şeye rağmen koyvermek için yeterli gelmiyor.
Çünkü en çok yolunu kaybettiği zamanlarda bir yol bulmaya mecbur olduğuyla yüzleşiyor insan.
İnsan neleri kabulleniyor bilseniz.
Boş bir beyin nasıl olur onu öğrendim.
Soyutlanmış.
Günlük bir hayat nasıl yaşanır.
Her gece aynı işkenceyle uyumaya çalışmadığın bir hayat.
Çünkü zamanla önemi kaybediyor.
Önemli olan zamana izin vermek.
Öğrendim.
Alışık olmadığım tek yanı artık kimseyi yeterince benimseyemiyor oluşum.
Zaten sevmek de genelde sakıncalıdır.
İygeceler.

3 oda 1 salon bir evde kaçacak daha ne kadar yer olabilirdi düşünmeden oradan oraya koşturuyordum.
Aynı dört duvar içinde olmaktan bu denli rahatsız oluşumun sebebi ise muhtemelen gördüğümde daha fazla dayanamayacağımı bilmemdi.
Onun girdiğini görünce koşar adım kapıdan çıkmaya çalışmalarımın birinde kolumdan tutup durdurdu.
"Ne kadar kaçacaksın daha?"
"Bilmiyorum."
"Saçmalama artık. Ne tuhaf sevgilin var diyecekler."
"Ne? Ne diyecekler?"
...
Rüyadaydım. Biraz daha uyuyabilmenin mümkün olup olmadığını düşünüyordum.

Bir yeni farkındalık başlığı altında.

Bazen insanın elma kokulu herhangi bir şeylere ihtiyacı oluyor. Evet evet durduk yere, bilirsiniz. Ve hayır elmayı sevmek ve elmanın da seni sevmesi temalı alt metinlerle hiç ilgisi yok.
Bazen önünde yığılı yüzlerce sayfa ders notundan kaçmak için kahve yeterli olmuyor pek tabi kokusuyla beraber. Çay ise zaten günün her anında eksiklik uyandıracak bir tat bırakıyorken insan gerçekten elma kokulu bir şeyler arıyor bazen.
Elma kokulu parfümü geride bırakalı çok oldu mesela. Nasıl böyle olabildi sorusundan ziyade bir daha hiç eskisi gibi olamayacağı gerçeği elbet biraz can yakıyor. Fevrilikler durulunca özleyebiliyor insan hatta ilginçtir. Ama maalesef ki artık elma kokulu parfüm bu ihtiyaca çözüm olmaktan çok uzakta.
Anneanne mutfağından çıkma elmalı tart ile ise maalesef aramızda yüzlerce kilometre var. Tam da aradığım şey olabilecekken biraz da pudra şekerinin hayalini kurmakta sakınca görmüyorum. Yine de hayal olarak kalacağının bilinciyle yeni bir seçenek bulmak lazım geliyor.
Sanki en kolay yol yaklaşık on dakika içinde ulaşabileceğim bir market ve tam anlamıyla gerçek bir elma, yeşil, kokusuyla beraber.
Bazen aradığının aslında bu olmadığını fark ediyor insan. Elle tutulur gerçek bir elma değil de elma kokulu herhangi bir şeyler diye boşuna dememişimdir belki de. Tamam buralarda biraz alt metin var, kabul. Elimden de ancak böylesi geliyorsa zorlamanın pek alemi yok.
Kolay olan hiçbir şeyi yeterince sahiplenememek aslında benim suçum değil. İnsan istiyor ki benim diyebileceğim bir şeylerden ziyade ben elde ettim bağıyla tutunduklarım çoğunlukta olsun. Benim olmayan rüyaları ise artık ne olur görmeyeyim. 
İhtiyacım olan elma kokulu bir şeylerse o şeylere elbet bir gün sahip olunacak. Birilerinin elinde bir de değil torbalar dolusu elmayla kapıyı çalmaları hiçbir şey ifade etmiyor çünkü. Aranılan şey hala da çok basit. Az az duyulan ve çok da uzakta olmadığı her halinde belli bir elma kokusu. Yolun tamamen tıkalı olmaması ise adımları hızlandırmak için yeterli. Yoksa o yol elbet bir gün açılacak ve o elma kokusu buram buram ciğerlerime dolacak. 
Bazen insanın basit bir şeylerden başlayıp ve önceleri inkar da ederek aslında tamamen alt metinlerden bahsetmeye ihtiyacı oluyor. Ve inanın sadece yatağımda oturup ders çalışmaya üşendiğim kadar sıradan bir gün. Bunlarınsa hemen hemen hepsi birer bahane.

Akan zaman değil, mesafelerdir.

Ben akıllanmıyorum, alışıyorum.
Hala koskoca bir yıldır çakılı kaldığım yerimdeyim ve kıpırdayamıyorum. Olduğum yere kilitler ekliyorum.
Her gün aynı saatte uyanıyor, aynı hiç de benim olmayan kahvaltıyı yapıyor, aynı dinlemediğim derslerde uyukluyor ve şimdilere özgü bir yenilik olarak aynı barın aynı balkonunda saatler geçiriyorum.
Ben alışamıyorum, üstünü kapatıyorum.
Biraz daha anlayışlı olamadığım ortamlarda biraz daha kalamıyorum.
Bizi öyle çok özlüyorum ki şu ana kadar aslında biz diye bir şeyin hiç olmamış olması ihtimalini şu saatlerce oturulan balkonun yakınına bile yaklaştırmıyorum.
Ben üstünü örtemiyorum, yerine koymaya çalışıyorum.
Herhangi bir açıdan tutar tarafı olmayan hikayelerin mutlu sonunu hayal ediyorum. Başarabilmeme dair en ufak bir ihtimalde tüm gardımı bir çırpıda hiçe sayıyorum.
Yolunda gidebilme ihtimali olanlar ise bir türlü içime sinmiyor. Hiçbirini yeterince sana benzetemiyorum. Birilerinin kalbini kırıyorum.
Ben yerine -kimseleri- koyamıyorum, zaman öldürüyorum.
Günlerin aynılığından ziyade canımı asıl değişime dair tamamen ümidimi kaybedişim acıtıyor.
Hala da değişimden kastımın bir gün geri geleceğin olmasının bahsini dahi açmıyorum. Neden aramayı bile bıraktım da yine de şu çok olan lanet duygudan kurtulamıyorum.
Ben zaman öldüremiyorum, zaman beni öldürüyor.

Ve tüm bunlara sebep olan şarkıyı lütfen siz de en az benim kadar sevmeyiniz.

Karar. Tokmak sesi ve ayağa kalkma efektleri eşliğinde.

Evet, sonsuza kadar kaçacağım.
İtirazı olan?

Bir yerlerden başlamak lazım geliyordu.
Sonunu getiremeyeceğim bir yeni başlangıç uğruna bir yeni yenilgi daha aldım.
Olsun başlangıç başlangıçtır.
Bir yerlere varmanınsa hesabını artık yapmıyorum.
Kendime not : Bazı şeylerden vazgeçmeyi bilmek gerekiyor.
Olmuyorsa olmuyordur diye bir şey evet var.
Olduramıyorsan olmuyordur.
Şimdi elindeki aşkı yavaşça yere bırak.
Görünürde planlanan bu olmasa da içerilerde bir yerlerde amaç aslında üst üste koymaktı.
Bulabildiğim kadar şeyi.
Neyi?
Bir şeyleri üst üste koyarak onu.
Kimi?
Her kimse alt sıralarda bırakmaktı.
Elbet zamanla liste dışı kalacaktı.
Şimdiyse yenilgi olacağını bildiğim başlangıçlara hiç el sürmeme kararları alıyorum.
Ama ben yalnızlıkla baş edemiyorum ki.
Ne zaman etmişim?
Bu elbet tekrarlanacak.
Çünkü aslında aranılan şey çok basit.
Bu kadar basit bir şeylerin bile elde edilemediği durumlar can sıkıyor.
İnsanlar değil.
Yoksa tüm bunlar hata da değil.
Çünkü gerçekten bir ucundan denemek lazım geliyordu.
Denemekten zarar da geliyordu da olsundu.

Evet, sonsuza kadar kaçacağım.

Çayın altı. Açık.

Öncelikle şu çekik gözler(in) meselesi.
Evet fazlasıyla sevmektey(d)im, şimdiyse ne haldeyim inan pek fikrim yok.
Parantezler olmasa napardık.
Oysa mesela dün bu saatler denize kıyımız olurdu. Çok mu şeydi?
Tuzlu sular getirirdim dönüşte biraz daha olsun sevebilmek için.
Yanlış olmasın şehri.
Sarı olanı.
Ama mavi ne güzel şeydi. En iyi sen bilirdin. Beni ve pek tabi mavi.
Geçen takvime baktım bu arada. Tam 5 gün olmuşşşş.
Daha önümde nasıl uzun bir zaman varsa gözüm korkmadı desem yalan.
Yaparım ama biliyorsun.
Önceden de yaptım. En iyi sen biliyorsun.
Mesela şu saatlerde yeni yeni karasala geçmiş olmak vardı.
Dönmek istemiyorum diye mızmızlanan küçük çocuğu seninle bırakırdım.
Kıyamazdım.
KıyamazdıM.
Ki zaten muhtemelen sen bana kıymış olurdun. Bir ve son kez daha.
Ben o otobüste (gri demişti biri, eminim gri olacaktı).
Kafam camda titrerdi, benim dudaklarım. 
Ağlarken oluyor öyle bilirsin. En iyi sen bilirsin.
En çok sen ağlattığından mı beni? Bak buralar ihtimal dahili.
Yine de balık ekmek yerdik ya belki de yeterdi.
Şeyde. Eminönü. Di mi?
Vapur da güzel şey mübarek. Yani muhtemelen. 
Beşiktaş iskelesinde de ne güzel sabahlanırdı.
Tabi bunlar hep benim kafamdaydı. Hayal ede ede bir hal olmuştum da öylece kalakaldı.
Korkma alışığım.
Ben yine aynı yerlerdeydim ki tam 5 gün olmuşşşş.
Geçti bak. Ben ağlamıyorsam geçmiştir arkadaş. Derken akan iki üç damlanın aramızda lafı olmaz.
Uzak diye bir şey nasıl da var bir bilsen. Bildiğini biliyorum. Çünkü en iyi sen.
Merak etme ben iyiyim.
Hoş merak ettiğinden de pek emin değilim. Ama nasıl olsa bir gün aklına geleceğim.
Üzgünüm yapmak zorundaydım ama bana ulaşman mümkün olmayacak.
Rakamlarla aram iyi ama endişelenme.
Bir türlü unutturmuyorlar kendilerini.
Yani diyeceğim o ki sen hala benimlesin.
Benim olma kısmını aşalı çoook. Ama nasıl çok.
Yastıkların da adı değişti. 
Daha doğrusu bu adsızlık biraz sürebilir. Yine de gün gelecek.
O gün eninde sonunda gelecek. Bakma sen.
Adsızlık eninde sonunda bitecek.
Çakmaklar bile durmuyorlar yerlerinde bak.
Elbet onu da biri çarpacak bir gün. Çoktan çarpılmış da olabilir.
Ya da gazı bitmiştir. Çöptedir.
İnan bilmiyorum.
Tamamen bir yabancıya emanet etmiştim. Hatırlamıyorum.
Fotoğraflarsa geri dönüşüm kutusuna ve geri dönüşüm kutusuysa kim bilir nerelere.
Bitiyor bitiyor. Az kaldı.
En azından güneşli günlerde keyiflenmek kolay artık.
Bu nasıl kocaman bir adım bilmen lazım. En ama en iyi senin bilmen lazım.
Beni ağlattığın güneşli günleri bile affettim.
Ben iyileştim.
Seninle güzel olmak falan yoktu.
Bir kere de kabul etsinler arkadaş. Şairler bile yanılmıştı.
Olağanmış böyle şeyler.
Dün bu saatler denize kıyısı olmak vardı da neyse varsın o da olmasın.
Ben denize kıyısı olmayan insanları bile sevebiliyorum.
Yahu allaaşşkına sen beni nasıl?
Dün bu saatler, şu anki saatler ve gelecek bütün saatler.
Ben iyi olacağım. Merak etme. Ya da et.
Önemi kalmadı.
Ben iyiyim.
Ben iyi olacağım.
Çünkü eminim ki 5 gün öncesi kadar kötü olmak.
Bir daha mümkün olmayacak.
5 gün olmuşşşş birazdan 6.
Tek eksik varsa o da ev
Biraz mutfak. Bir demlik çay.
Yine de altı açık.
Bilirsin. Bilmez olur musun hiç? Bilirsin. En iyi sen.
'Kulak içi dolu göller'in ne demek olduğunu öğrendim -yaşayarak-.
Son bir kez ve bugüne kadar atılmış en büyük adımı atarak vazgeçiyorum senden.
Mesafenin azalmayacağını biliyorum -hızla artacağına adım kadar eminim-.
Ve 
       artık 
 böyle 
             olsun 
     istiyorum.
Bir daha buralara dönersem kendimi öldüreceğim.
Ama kendimi öldüremem sevgilim -çok fazla insanı çok seviyorum-.
O yüzden bir daha buralar diye bir şey hiç mi hiç olmayacak.
Seni seviyor(d)um.
Hoş
     ça
 kal.
Ben şu güzel havada çıkıp seninle saatlerce yürümek, yorulunca çimlere yayılmak ve hasta olduğum için dondurma yememe izin vermediğinde küçük bir çocuk gibi mızmızlanmak istiyorum.
Bu kadarcık bir şeyimin bile olamadığı bir dünyada artık bir şeyler istemeyi bıraktım.


Yer: Herhangi bir içerisi.
Zaman: İlk otobüs saat kaçtadır? zamanı.

Merhaba. İki(2).

Bu sabah yine yalnız kahvaltı yaptım.
Mühim değil çok daha yalnız olduğum 2 kişilik kahvaltılarım da olmuştu.
Bu sabah yine hava çok güzel. Ve önümde bilmem kaç haftanın birikmiş ders notları. Yaz tatili için yapılan yeme de yanında yatmalık planlar ve suya düşecek olmaları gerginliği.
Uyanmaya yakın mutsuz bir rüya gördüm. İçinde tren, elma, aslında tanışmayan ama çok iyi anlaşan arkadaşlarım, kaleiçi, merdiven, ıhlamur, deniz, iskambil kartları ve o olan kadar mutsuz bir rüya. Şöyle bir düşününce mümkün dahi olmaması gerekiyor.
Olsun içinde o olmayan gülümsemelik rüyalarım da olmuştu.
Yaklaşık 2 saat gibi gelen bir yarım saattir "Hadi" temalı telefonlar bekliyorum.
"Hadi şu güzel havayı öldürmeyelim"
"Hadi bir kahve -çay, sahlep, aystiğ ya da her ne haltsa herhangi bir şeyler- içelim"
"Hadi tavlada bir boyunun ölçüsünü alayım"
"Hadi atla bir otobüse ve buraya gel"
Bu odanın sessizliği beni fazla geriyor. Sessizlikleri genelde sevmiyorum. Yapmak için sessizliğe ihtiyaç duyduğum bir şeyde bile gider içerideki odadan televizyonu açarım.
İki iki daha yine iki.
Yine de 'sadece sussak bile yeterdi' dediğim 2 biralık sohbetlerim de olmuştu.
Bu sabah hastalık belirtilerinden birkaçıyla uyandım. Surat asıklığının sebebi. Açık ve net.
Şu ansa olmak istediğim tek yer ev.


Galiba benim iki(2)ye takıntım var. 
Elde edilemeyenin çekiciliği olsa gerek.

Uzun zamandır bu kadar kötü bir gün geçirmemiştim.
Bakın insanın aslında gayet keyiflenebildiği hatta tabiri cuk oturacaksa keyiften bilmem kaç köşe olduğu ortamlarda gözlerinin dolup dudaklarının titremesi gerçekten çok saçma.
Ve tüm bunlara sebep olan 'özlemek ama uzak durmak gerekmek' adlı eylemse toptan tedavülden kaldırılmalı.
Çünkü artık can bu kadarına da dayanamıyordu. Aslında alışıyordu bir yerden sonra yavaş yavaş ya da  alıştığını sandığının bilmem kaçıncı gününde cevapsız bıraktığı mesajlara dişlerini sıkıyordu.
Bu konuda çok ciddiyim insanın kaçabilmek için yaptığı dalağını patlatacak koşulardan sonra aslında hala aynı noktada oluşuna tanık olması gerçekten içler acısı.
Hatta koştukça altındaki toprağı kazıyor oluşuna henüz literatürde uygun deyim bulunamadı.
Afilli cümleler hoşuma gitmiyor desem yalan.
Uzun zamandır bir gün her şeyin yoluna gireceğini umut ederek yaşıyorum ve umut yanılmışım ki tükenebilen bir şeymiş.
'Benim de hayatım bu kadarmış' noktasını teğet geçen depresyonlara giriyorum. Giriyorum. Çıkıyorum. Giriyorum. Çıkamıyorum. Ama hayır, bir daha oralara geri dönemeyeceğim.
Biraz düşününce 'sevmenin de bir yeterincesi' olduğunu akıllara getiren bir sevgiyi kendine layık görmek kadar küçük düşürücü bir şey de yok. 
Çünkü hep söylediğimden. Tüm o cümleleri duymaktan daha önemli olan sadece dilde söylenmiş olmadıklarına adı kadar emin olmaktı.
Hiçbir zaman emin olamamayı bırak artık hiçbir zaman ağzından o cümleleri duyamayacak olduğum bir adamı hala da seviyor olmaksa yalnız bana mahsus bir yalnızlıktı.
Uzun zamandır bu kadar kötü bir gün geçirmemiştim.
-Affedersiniz, varsa biraz şans alabilir miyim? Evet evet, şu küçüklerden, mümkünse çikolatalı olanlardan.
...
Canımın çay istemediği bazı zamanlar oluyor inanmazsınız.
Normalde fazlasıyla güleceğim ufacık şeyler ağlayasımı getiriyor.
Bazı zamanlar ağlayamıyorum da inanmazsınız.
Öyle bir şeye kalkıştım ki elim ayağım geri geri gidiyor ben gidemiyorum.
Aylarca sakladığım bilmem kaç fotoğrafı bir çırpıda siliyorum.
Sabrımın dakikalarla sınırlı olduğu mesajlara günlerce cevap vermiyorum.
Galiba başarıyorum dediğim bazı zamanlar oluyor inanmazsınız.
Kelebek ömrü kalp çarpıntıları yaşıyorum.
Normalde pek de umrumda olmayacak şeyler canımı sıkıyor.
Bazı zamanlar can da bile hal kalmamış oluyor inanmazsınız.
Öyle bir şeye kalkıştım ki ne benimseyebiliyor ne vazgeçiyorum.
Sırf  onun diye çantamda taşıdığım çakmağı yoldan geçen birine veriyorum.
Sarhoşluğumun 2 birayla sınırlı olduğu masalarda tanımadıklarıma onu anlatıyorum.
Aramalarımın meşgule düştüğü bazı zamanlar oluyor inanmazsınız.
Akıl almaz kararları bir kıvılcımlık fevriliklerle  alıyorum.
Normalde çatır çatır kavga edeceğim şeylerde sus pus kalıyorum.
Bazı zamanlar nefes de alamıyorum inanmazsınız.
Öyle bir şeye kalkıştım ki gerisini siz sorsanız dahi anlatamıyorum.

Küçük yaşamak.

Mart (17)
Nisan (2)
...
Eminim ki bu bir şeylerin göstergesi.
...
Galiba küçük yaşamak lazım.
Küçük yaşamak lazım galiba.
Lazım galiba küçük yaşamak.
"Böyle de yaşanır mı be abi?" diyorduk.
18 yaşında gençlerdik ve tam anlamıyla boktan hayatlar yaşıyorduk.
Bizi seven bir ailemiz, arkadaşlarımız, hatta bir evimiz ya da yeri geldiğinde ev diye sığınabileceğimiz yerlerimiz  bile vardı da biz öyle böyle değil, sahi sahi boktan hayatlar yaşıyorduk.
Güzel müzikler dinliyorduk, güzel de ne kelime şeyler okuyor, güzele ucundan kıyısından benzer şeyler yazıyorduk, belki de yazdığımızı sanıyorduk da dibine kadar boktan hayatlar yaşıyorduk.
18 yaşında gençlerdik, adımız üstümüzdeydi.
"Daha ne kadar genç olunur be abi?" diyorduk.
Hepimizin bir derdi vardı. Hepimizin derdi birdi. Biz bir olamıyorduk. Malum boktan hayatlar yaşıyorduk.
Çaylar bittikçe tazelenir, sigara hiç bitmez, alkol, yanında yatılası ezgilerle pek güzel giderdi de biz şu boktan hayatlarımızdan bir türlü gidemiyorduk.
Bedenimiz içimiz kadar hızlı büyümüyordu.
Artık bir yerden sonra dar gelen düşünceler duyguların ağzına sıçıyordu.
Hissizliğe doğru yol alıyorduk.
18 yaşında gençlerdik ve elimiz kolumuz bağlı oturuyorduk.
Daha yolun bilmem kaçta kaçındaydık ve ister istemez korkuyorduk.
"Bu hayat bu boktanlıkta stabilken daha ne kadar gider be abi?" diyorduk.
Birilerinin yaşadığı hayatlar üst üste binip ciğerimizi kurutuyordu, birilerinin yaşayamadığı hayatların faturası bizimkilerden kesiliyordu.
18 yaşında gençlerdik ve birilerinin yaşamaktan anladığını sikesimiz geliyordu.
Yollara dökülüyor, devrim laflarını ağızlara sakız ediyor, atıp tutuyor, asıp kesiyor, konup göçüyor, yeri geldi mi çatır çatır seviyorduk da "Nafile be abi." diyorduk.
18 yaşında gençlerdik ve pes ediyorduk.


Malum boktan hayatlar yaşıyorduk.

Sevgilim?

Nolursun iyelik eki kullanma sevgilim.
Gülümsüyorum falan, hoş değil bunlar.
Nolursun o adımın ve o ne kadar kızsam da sırf sen söylüyorsun diye nasıl da sahiplendiğim sıfatlarımın sonuna o iyelik ekini getirme sevgilim.
Alışıyorum falan, içimi acıtıyorlar.
Aptal bir ses kaydını dinleyebilmek için dakikalarca aptal heyecanıma yenik düşüyorum sevgilim. 
Beni tanıyorsun, seni genelde özlüyorum. Mütemadiyen seviyorum da, bunların hepsinden haberin var.
Bazen birilerine kızıyorum.
Birilerine bazen çok fena kızıyorum. Seni unutturabilselerdi ölürler miydi? Hiç değilse bir deneselerdi. Belki başarırdım.
Nolursun bir daha hiç gelmeyeceğine beni ikna et sevgilim.
Ben hala arada hayal kuruyorum, akıllanmadım.
Maksat unutmak da değil ya biliyorsun, yokluğuna alışayım istiyorum.
Nolursun beni sevmediğini falan söyle sevgilim.
Söyle de az biraz nefret edebileyim senden.
Yoksa beni sevdiğine falan inanıyorum, aldanıyorum.
'Yeterince' duvarına tosluyorum.
Artık nerelere kaçacağımı şaşırdım sevgilim.
Kendimden başka bir yere gidemiyorum.
Beni tanıyorsun, sensiz genelde yapamıyorum. Çoğu kez kaçmaya yelteniyorum da başaramıyorum.
Sana sevgilim diyemedikçe kendime küsüyorum sevgilim.
Bazen birilerine küfrediyorum.
Birilerine bazen çok fena küfrediyorum. Senden başkasını da sevebileceğimi gösterselerdi bana ölürler miydi? Bir kerecik deneselerdi. Belki başarırdım.
Nolursun bana gel deme sevgilim.
Heves ediyorum falan, yazıktır bana da.
Beni tanıyorsun, hala da gelmekten çok korkuyorum.
Gelirim de seni öpemem diye çok korkuyorum.
Nolursun sevgilim.
Bana öyle güzel şeyler söyleme.
Hala da utanmadan kurduğum hayallere inanırım diye her şeyden çok korkuyorum.


Bir yeni fiyakalı trip.

Bu sıralar her gün yeni bir şey öğreniyorum.
Şu iki ciğerin ortasına kamp kuran aptal ağırlık, güzel geçirilmiş bir günün sonunda bile peydah olabiliyormuş.
Hala işin içinden çıkamayışlarım haddini aşacak sınıra dayandı.
İçimin, yanımda olmayışına mı yoksa hala aklımda oluşuna mı acıdığı sorunsalıyla boğuşuyorum. Kendime küfrediyorum.
Kaçamayışlarım ödenmesi gereken faturalar kıvamında.
Ve bir fotoğrafa bakmamak için kendimle inatlaşmalarım bu kadar çetin geçmemeli.
Yerimde sayışlarım ayaklarıma dolanan eskilerle ittifak kurmuş.
Çizgilere basmadan yürümeye çalıştığım sokaklar git gide daralıyor. Kaleiçine küfrediyorum.
Şu iki ciğerin ortasını tapulayan şerefsiz ağırlık, bir daha dinlememek üzere yeminler verilen bir şarkının halt etmesiymiş.
Yaşananların romantizm kılıfına sıkışıp kalmasından ziyade bir de oraya allah kahretsin ki çok yakışması adlı sorunsalla uğraşıyorum.
Herhangi bir sebep bulamayışlarımı keşke alkol ikimizi de ele geçirmiş olsaydı iç çekişiyle bağlıyorum.
İsyanlarım kendi kendini imha eden bomba kıvamında.


Bu sıralar her gün bir yeni fiyakalı trip icat ediyorum.

Basitleş(tir)ememek.

'Artık yoruldum ve neredeyse şiir okumayı geçtim yazmayı bile bırakacağım' fevriliklerimden birinde aklıma düştü, sorgulamadım. Yüzeysel insanların yüzeysel sorunları olurdu ve keşke gelseydin de hava yağmurlu diye evden dışarı çıkamamayı dert etseydik. Sonra fark ettim ki biz neredeyse 'bir yağmur yağsa da beraber ıslansak' kadar bir şeydi. Diğer türlü bir biz, biz değildi. Vazgeçtim. Seninle yüzeysel olmaktansa tek başıma ıslanırım dedim, vazgeçtim.

'Artık adının geçtiği cümleler kurmak bile zoruma gidiyor, hala varoluşun midemi bulandırıyor' fevriliklerimden birinde aklıma düştü, oturdum, sorguladım. Sonra fark ettim ki o çok sevdiğim Beatles tişörtünü bile pijama olarak tükettiğim bir değer sisteminde bulunduğun yer kendine yakışandan çok fazla. Vazgeçtim. Adını içimdeki birtakım sıkıntılara özne yapmaktansa öznesiz kalırım dedim, vazgeçtim.
Çok seviyorum.
İmkansız bir adamı her şeyden çok seviyorum.
Beni seven, beni sevdiğini bildiğim ve yine de hala imkansız olabilen bir adamı.
Çok uzaklarda olan bir adamı.
Hayatımdaki tek gerçek adamı.
Bundan başka cümle de bilmiyorum.
Çok seviyorum.
"Şimdi son bir şey söyleyip telefonu yüzüne kapatıcam!" diyorum.
Ben.
     Seni.
           Özledim.
Ve sigara dumanını ilk kez içime çekiyorum.

üstüne söz söyleyecek olan?

Ankara, İstanbul'dan hareketle.

Şimdi size biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vaktini anlatacağım. Dünyanın enbirinci akşam vaktini.
"Sarılmayacak mısın?" dedi. "O kadar özlüyordun?" Haklıydı. Ben böyle bir özlemek bilmiyordum. Kısacık bir ilişki ve sonsuz saatte bitmek bilmeyen bir ayrılık konuşmasından sonra 23413263. kez arkadaş kalmayı deneyen, beceremeyen ve hala da beraber olma noktasından köşe bucak kaçan iki insandık ve ben bir insanı bu kadar özlemenin mümkün olduğunu sarılınca anlıyordum. İki insanın birbirini bu kadar sevip de nasıl beraber olamadıklarını ise hiçbir zaman anlamayacaktım.
Nereye oturacağımıza çoktan karar vermişti. İtiraz etmedim. En sevdiği, en çok vakit geçirdiği yerdi, bense ilk kez onunla oraya oturacak olmanın ne kadar özel olduğunu geçiriyordum aklımdan. Her zaman oturduğu masanın dolu olduğunu görünce canı sıkıldı biraz yine de havanın güzelliği gayet tadındaydı, dışarıda bir masaya oturduk. Kapının önünde kamp kuran köpek yüzünden zaten içeriye girmeye bir türlü cesaret edemeyip "Üşümeyiz ya dışarıya oturalım!" diye sızlanacağımı hiç öğrenmemiş oldu.
"İki Tuborg Gold"..."Ben içmicem!" Birasına eşlik etmek dünyanın en önemli şeyiydi ve ben ona karşı gelmiştim. Nasıl olurdu? Biranın etiketini yolmaksa bira içerken yapılabilecek dünyanın en keyifli aktivitesiydi. Bense tutmuş buna ortak olmuştum, en şımarık en kendimden emin tavrımla bu zevkini elinden almıştım. Nasıl olurdu? Oluyordu işte. Ne yaparsam yapayım kızamıyordu. Arada bir aystiğ içtiğim pipetle birasından çalıyordum. Gülüyorduk.
"Uzat ayaklarını benim bacaklarımın üstüne." Masa dünyanın en küçük masasıydı ve ben bir türlü rahat edemiyordum. Uzattım.
Sanki saatlerce sussak bile hiç olmadığım kadar mutlu olmazmışım gibi konuşacak bir şeyler bulmak için çabalıyordu. Gerek bile yoktu ve her anımızı ezbere bildiğimizden yüzyüzeyken konuşacak pek fazla şeyimiz de kalmıyordu. Yetiyordu da artamayacak kadar açtım onunla aynı masada oturmaya.
"N'apalım burdan? Limana inelim mi?" İnilecek bir limanımız olduğu için dünyanın en şanslı insanlarıydık. İndik. "Benim sevdiğim yere oturucaz!" mızmızlanmalarım sonuç verdi ki bana kıyamadığını adım gibi bildiğim bir insana bunları söylemek sadece formaliteydi. Bir duvarın üzerinde oturmuş ayaklarımızı sallandırıyorduk denizin üstüne. Kafam onun omzunun üstüne, elleri ellerimin üstüne. Sarılıyorduk. İçten içe olması için her şeyi vereceğim ama bir yandan da aylardır asla olmayacak diye kendi kendimi ikna ettiğim dünyanın en güzel anı gerçek oluyordu.
Kafamı hafifçe kaldırıp gözlerinin içine baktım ve beni öpmesine ramak kala tekrar gömdüm kafamı omzuna. Neden yaptım hala da bilmiyorum. Maalesef ki bende hala az az izlerini taşıdığım o 'anı yaşayamama' sendromundan var. O da biliyordu. "N'olur bu anı hiç bozma." dedi. Bozacaktım o da biliyordu.
Duramadı yine çünkü biraz da olsa onun istediği anı yaşamalıydık. Haklıydı.İtiraz etmedim. Kalktık bu sefer de onun sevdiği banklardan birine oturduk yine limanın hemen dibinde. Anın büyüsü bozulmamıştı. Demek mekan önemli olan şeyler listesine bile girmiyordu biz yan yanayken. Ve dünyanın en özel anı şüphesiz ki dayanamayıp beni kemiklerimi kıracakmışçasına tutarak zorla öptüğü andı. Anı yaşamayı herkesten daha iyi biliyordu. Bense bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim. O anda aklımdan geçen tek şey "Yani artık benim mi?" sorusu olduğu için kendimden hala da nefret ederim. Bir hışım geri çekmeye yeltendim kendimi, bırakmadı. Bir türlü bırakmıyordu. Keşke hiç bırakmasaydı.
Hiç olmadığım kadar kıpkırmızı olduğumu söylüyordu. Elini aldım ve göğsüme götürdüm. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Biz gülüyorduk. Ben yine duramayıp ikimizle ilgili somut bir şeyler yakalamaya çalışıyordum. Oysa daha somutu olamazdı, bilmiyordum. Durmadan konuşuyor, ona bir şeyler söyletebilmek için kıvranıyordum. O cümlelerimi yarıda bırakan öpücükler konduruyordu dudaklarıma. Biz gülüyorduk.
Son anda saate bakmak aklıma geldi, panikledim. Külkedisine dönüşeceğim vakit yaklaşıyordu ve bundan sonrasında koşar adım yaşamalıydık tüm anlarımızı.
"Yapamayız."
"Ne?"
Anlamıyordum. Ağzından o bir kelimelik cümle bozuntusunu nasıl çıkarabiliyor aklım almıyordu.Çünkü yürürken bile hala baş parmağımdan tutuyor, avuçlarımı öpüyordu. "Sevgilim misin sanki tutma elimi." diyordum o bir daha öpüyordu.
Aramızdaki kilometreleri bahane ediyordu. Tüm o eski sorunları bahane ediyordu. Kendine olan güvensizliğini bahane ediyordu. Beni mutsuz edeceğini bahane ediyordu. Tüm söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu.
Önüne geçtim, durdurdum. "Benimle olmak istiyor musun?" dedim. Sustu. 'İstiyorum de allahıncezası.' İstiyordu. Böylesine istenilen bir şeyden nasıl bu kadar korkulur hiçbir zaman anlamayacaktım. Söylediği şeyler hala kulağımdan çıkmaya devam ediyordu.
Evin önüne geldiğimizde sanki vedalaşma denen şeyden habersizdim. Yürüdüm. Kolumdan tuttu. Sarıldı. İstemiyordum oysa. Benimle beraber olamayan bir adama sarılmak bile istemiyordum. "Lütfen sarıl bana, uzun süre göreşemicez."..."Hayır, bir daha hiç görüşmicez." İrkildi. Sanki en korktuğu şey başına gelmiş gibi irkildi. "Beni hayatından çıkarmana asla izin veremem, seni kaybedemem anlıyor musun?" Anlamıyordum.
Dünyanın en çirkin "Hoşçakal"ıyla veda ettim ona. Sonrasında defalarca aradı açmadım. Açamadım.
Biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vakti son bulmuştu. Yine de hiçbir zaman onu hayatımdan çıkaramadım.
Hala da tek bir ana geri dönmeme izin verseler diğer bütün anlarımı yaşanmamış sayarım.

buraya çöp dökmek yasaktır beyler.

birazdan yazmış olmak için yazacağım. şimdiden kusuruma bakmayınız.

bi de başlıkta adı geçmişken dinlemeden geçmeyelim.

iki(2) gündür adeta açlık grevindeyim, yani diyetteyim yanlış olmasın. yemek yemeyi dünyanın en güzel şeyi olarak gören ve kahvaltıyı peksevgilisüreya gibi safi mutlulukla ilişkilendiren bi insan neden diyet yapar sorarım size, neden, niçin? yoksa aynadaki ben, beni ele mi geçiyor? üzülüyorum. ve açım. bi daha üzülüyorum.
iki(23546437) gündür siktir etme çabalarım meyvesini verdi. -bilmenizi istiyorum ki ben öööyle bissürü insanın okuyacağını bile bile öööyle rahat rahat küfür edemem- nasıl içten gelmiş tahmin edilesi. aslında ben gerçekten küfretmek istemiyorum hele ki ağzına yakışma konusunda dipteyim sondayım depresyondayım çocuklar. zaten kimin ağzına yakışır ki. ama inanın küfürlerim yönlendiği kişiye cuk oturuyor.
bu aralar tivitırım -galiba- göndermelerle, laf çarpmalarla doldu taştı. bu sabah karşılığını da gördüm. laf aramızda bi daha küfrettim. güzel yanı tüm o kızgınlıklarıma rağmen bi türlü nefret edemediğim adamdan nefret ettim. endişeymiş, değer vermekmiş, özlemekmiş, gözünün önünden gitmemekmiş, şu kadarcık kaldı içimde. pes ettim.
bazen kötü şeylerin sonunda iyi birtakım şeyler de olabiliyormuş. umut hiçbir zaman tükenebilen bi şey değildir demiştim. hatırlarsanız.
aklımı kurcalayan bi iki soru kalmadı desem yalan. eyvallah. hani anlıyorum aslında bazı adamlar beni sevemiyorlar. bazı adamlar seviyormuş gibi yaptıkları birilerini unutamıyorlar, kim bilir belki unutmak istemiyorlar. o bazı adamlar hiçbir zaman gerçekten sevemezler. neyse tamam buraları bi şekilde anlıyorum, kabul ediyorum da. hayatımın sadece bu bazıadamlardan ibaret oluşu nedendir, bilen söylesin nolursunuz. çekiyor falan mıyım, şanssız mıyım, kadersiz, bahtsız mıyım dostlar?
mesela ben bazen buralara fazlayım diye düşünüyorum. olağandır belki emin değilim. ya da buralar fazla küçüktür. sığamıyoruzdur. kimsecikleri sığdıramıyoruzdur. uzun zamandır tepemize çökmüş, ciğerimizi kurutmuş, kafaları allak bullak etmiş biri vardır da o bi türlü kıpırdamıyordur yerinden. rica etsem arkalara doğru ilerleyebilir miyiz?
dünyanın en güzel kurabiyeleri aklıma düştüğünden beri konsantre olamıyorum klavyeye, elli kez yazım hatası yaptım ve evet dünyanın en güzel kurabiyelerini bi arkadaşım yapıyor ve evet tarifini kimseciklere vermiyor. hakkı var. yalan yok.
iki(2) gündür beklediğim çokça şey olmayacağını ispatlamak için bir bir fişlerini çekiyor. benim çekemediğim fişlerin bi şekilde çekiliyor oluşu pek tabi güzel ve yöntemi umrumda değil. ama aklıma düşmedi desem yalan 'ya sadece elektrikler gitmişse?' fark etmez diyorum. buralar nasılsa her türlü karanlık. beni bi süre idare etsin yeter. yoksa çıkıp pencereye bağıracağım avaz avaz. içim doldu. taştı. taşacak.
telefonumun ışığı yanıyor. mesajsa turkcelldir, cevapsızsa annemdir mantığı kafamı tapuladığından elimi uzatıp almaya bile üşeniyorum. çünkü beklenen adımlar gelmiyor. mesaj mı atacak sandınız? beklenen adımlar artık beklenmiyor da. varsın benden uzak olsun. bi de bu türlü deneyelim. hala bile mutsuzsam diyeti bozacağım.

şimdi ben ne yazdım, ne anlattım, ne anladınız inanın pek bi fikrim yok. pek bi fikrim olmayan konulara bi yenisi ekledik. canımız sağolsun.

Hayır, bir gün anlamayacaklar.

Kar yağıyor ve ben mutlu uyanıyorum.
O sabah orada uyandığımdan çok daha mutlu.
Kesinlikle yanlış noktaya saplanıp kalıyorum.

Dışarısı beyaz ve elimdeki çay sıcacıkken hiçbir şey beni mutsuz edemez diyorum.
Ve kimse 'uğraşılmaya değmeyeceğim'den bahsedemez. Kimse beni değersizleştiremez.

Kar yağıyor ve ben sadece saatlerce yazmak istiyorum.
Anlatacak şeylerim hiç bitmezmiş gibi geliyor.
Ben hala o çok uzaklarda kalan adamı özlüyorum.

Bu aralar yeni ve bir o kadar da karamsar birtakım durumlarla uğraşmaktaydım. İşin içinden çıkamadığım, çıkarılamadığım birtakım durumlar. Ve tek bir cümlesiyle bir adamdan nefret etmenin mümkün olduğunu anladım. Aramızdaki fark her şeyden daha açıktı ve daha kocaman olamazdı.
"Ben herhangi birinin bile mutsuz olmaması için uğraşırdım. Ve sen herhangi birinden çok daha fazlasıydın."

Bazı insanların bazı şeyleri asla anlayamayacaklarını bu sabah öğrendim mesela. Bu sabah çılgınlarca özlediğim kar yağışının beni başka birçok şeyden daha fazla mutlu ettiğini fark ettim yeniden. Kilometrelere küfrettim bu sabah. Yeniden o çok uzaklarda kalan adamı özledim.

Kar yağıyor ve bazı insanlar daha ne kadar değersizleşebilecekleri konusunda sınırları zorluyor.
Oysa kar yağıyor ve böyle bir şeyin aslında mümkün olmadığını hatırlıyorum.
Bazı insanlar kar yağarken bile içime o hissizliği yerleştirebiliyor. Burada ufak bir düzeltme yapıyorum. Çünkü 'aşkın karşıtı nefret değil hissizliktir.'

Ben buralara yabancı oluşumun ay dönümlerini kutluyorum. O çok uzaklarda kalan adamın varlığını içimde hissedememeye başlıyorum. Benim olmamasından sonra benimle olmamasına bile alıştığımı düşünürken artık içimde bile olmayacak olmasından korkuyorum. Yine de her şeyden çok özlüyorum.

Kar duruyor. Çay soğuyor. Ve beyazlıklar yalnızca uzaklardan seçilebiliyor.
Ben Turgut Uyar okumayı bırakıyorum.
aklına gelişlerinin birinde pişman olacaksın. tahminen çok geç kalınmış bir zamanda.

Yet(e)meyen bir endişe bahsettiğim.

Şimdi size insanın daha kendini bile anlayamamışken bir başkasını anlamak için kafa patlatması adlı ironiden bahsedeceğim biraz. Çok bir şey bildiğimden değil de nacizane bir iki yaşanmışlığımız var, bir tanesi fırından yeni çıktı, tazecik.
Bu sıralar içimden geçenleri adlandırabilmek için gerçekten büyük çabalar sarf ediyorum. Çok uzun bile sayılmayacak bir uğraş sonunda üstesinden gelmeyi başardığım sonucuna ulaşmışken, hiç hesapta olmayan birtakım durumlar her şeyi tepetaklak etti daha bu sabah. 
"Ben ne yaptım?" aşamasını neredeyse tam anlamıyla geçmiştim ve hatta "Ben ne yapıyorum?" diye sormayı bile bırakıyordum yavaş yavaş, sigaraya başlıyordum yavaş yavaş. Yine de işin güzel yanı "Bundan sonra ne yapacağım?" diye kıvranmama sebep olacak yerlerde bile değildik ve 'yaşanmamalıydı, yaşanmıştı, olsundu' mantığını aklımca benimsediğimden bile neredeyse emindim. Sonra hiç olmayacak bir şey oldu."Senin için endişelendim." kadar bir şey.
Bu çok değerli bir şey olsa gerekti. Biri için endişelenmek her şeyden daha güzel anlatıyordu sanki verilen değerin ne derece gerçek olduğunu. Ve bunu bilmek insanı her şeyden çok mutlu etmeliydi.
Yapılan araştırmalara göre pek de öyle olmuyormuş maalesef. Hadi oradan.
"Bilse bir şeyler değişir mi?" adlı çalışmam sonucu tahmin etmekten öteye gidemiyor. Elim o telefona bir türlü gidemiyor. Gözlerim bir fotoğraftan öteye gidemiyor. 
Tüm sorularımdan ustaca sıyrıldığımı düşünürken olacak iş miydi şimdi bu be Turgut Uyar? Gel yine gel sen. Halden anlayan kaç kişiyiz şunun şurasında.
Herhangi bir şeye halim olmamasına alışmaya çalışıyorum. Konuşmaktan bile yorulmaya ve artık ne hissettiğini bilememekten ziyade galiba hiçbir şey hissetmiyor olmaya alışmaya başlıyorum. Ben galiba bundan başka bir şey değil(miş)im. Ben de bu kadarım. Tamam, kabul, bu kadar kalayım da neden herhangi bir halimle bile sevilemiyorum? Benimle mutlu olamayacak insanlarla çok mutlu olacağımı sanmam adlı ironiden bahsediyorum. Buralar neden bu kadar karanlık?
Terzinin dikemediği sökükleri var hala. Denemediğinden değil inanın hatta artık denemekten yorulur oldu. İpliklerini başka sökükler için tüketiyor da kendi sökükleri her yeni adımda ayaklarına dolanıyor. 
Kendini bile boş verip başkalarını iyileştirmek için harcıyor önceliklerini. Onun iyileştirme umudu her zaman var da bazıları onu yakınına bile yaklaştırmıyor. Bazıları yeninin sarsacağı tahtlardan korkuyor. Sevgili terzimiz o bazılarını hiç mi hiç anlamıyor. Denemeye bile umudu olmayan insanların yaraları iyileşmiyor ve maalesef bu sadece onda yeni yaralar açmaya yarıyor.
"Bu şehirde henüz anı biriktirmeye başlamadım" temalı cümlelerden sonra, 'tam bir hafta önce bu saatlerde' adlı ironi tüm bu bahsettiğim. 
Yastıklar daha önce hiç olmamış bir şeyin yerini pek tabi tutuyorlardı. Şimdi ister istemez nefes alma kabiliyetinden yoksun oluşları birtakım eksiklikler yaratıyor. Bunlara bir takım arayışlar ve özleyişler ekleniyor. Bunlar hep 'endişe' denen o şey yüzünden. Çünkü bu gerçekten dünyanın en güzel şeyi olmalıydı. Hala denemeye değmiyor mu? Yazık.
Galiba yapacağım.

Yeni, hem de ikinci.

Ben istiyorum ki "Kimse hüzünlü olmasın. Sırası değil hüznün daha."
Ama maalesef ki bir yandan da "Sevgim acıyor."
Nasıl oldu hala bilmiyoruz. "Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde." Çünkü "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu."
Biliyorum ama artık oralara çok uzağız. "Oysaki seninle güzel olmak var."
Hiçbir şey oralardan daha çabuk geçip gitmemişti. "Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık." Hala da öyle yapıyoruz.
"Aşk iyidir bak." Unutma bunu.Bir gün geri gelecek.
"Artık gelince biliyorum..." Durduğumuz yer ve durmamız gereken yer adlı iki farklı sorunumuz var, varsın öyle olsun. "...önceleri korkardım." ama artık biliyorum.
Beni bilirsin. Böylesine çok konuşmak ve art arda yakılan sigaralar çözümsüzlüktendir. Yine de "Aşk için söylediğim her şeyi bir daha söylerim."
Yine aynı noktadayız. Maalesefler yetersiz kalıyor, keşkeler anlamsız. "Sebep aynı."
Ben o yolu bir kez daha yürürdüm de işte, aynı noktadayız. "Başını almış gidiyor bir asfalt." Ben gidemiyorum.
Yine de anlat deseydin, bak şu kadarcıktı her şey. "O sabah, orada, bir başıma. Var mıydım yok muydum anlamıyordum ki. Kalakalmış gibiydim aklımda."
Anlaşılmaz tarafları da yok değildi. Ama "Yaşamım bir şarkının iç çekme anıdır." deseydim anlamazdın biliyorum. Sustum ben de.
Pek fazla seçeneğimiz yoktu. "Bu da oldu işte." ve kabullendik.
Yine de umut hiçbir zaman tükenebilen bir şey değildir. "Durma göğe bakalım."

Başının o ağrısı beni görüncedir.

"Birden hatırlıyorum sıcaktı
Tuttuğu tuttuğum her yerlerimiz
Boynumuz ağızlarımız ellerimiz
Yalanda karanlık odalarda
Eşit aralıklarla avunuyoruz
Yetiyor."

Kullanılmış kaçışlar, buralara fazlalar.

Birazdan normal olacağını düşündüğüm bir güne başlayacağım. Tüm yaşam alanımın ellimetrekarelik bir odadan ibaret olduğunu düşünürsem günümün normalliği yataktan çıkmamak ve elimde Turgut Uyar tutarken bir yandan da Cansevere'e göz kırpmak şeklinde.
"Bu bisküviler ne zamandan kalma?" -ki dünyanın en birinci bisküvileri- en azından artık bir tanesi bugüne ait. 
Bu sıralar kendimle tartışmadayım. Çünkü Uyar'la laf yarıştırmaya hiç gelmiyor. Bir yandan 'yapmamam gereken şeyler yaptım' düşüncesi beynimi kemiriyor -kimin haddine!- bir yandan da tam bir 'olacağı varmış' kaderciliğindeyim. Beni bırak, kolaya kaçalım.
Bu sıralar kendimle tartışmadayım. Çünkü onunla konuşmak çözümsüzlükten başka bir şey ifade etmiyor. Evet susmanın daha çok çözüm olabildiği dünyalar da var(mış). Çünkü "Beni hiç tanımıyorsun." en açıkça ifade edilmiş cümlem olurdu. Gerisi çok kapalı, çok başka, -onun anlayacağından çok uzak-. 
Büyük Ev biletini cüzdanında saklayan bir insandan o çakmağı çöpe atmasını beklemeyiniz. Yapan yok değil ve takdir edilesi. Ama söz konusu vaziyet halinde biliyorum ki hiçbir işe yaramayacak. Ve maalesef o resmi de atabileceğimi sanmıyorum -maalesef dedim, bir dakika burada umut var-. Ve aramızda kalsın, çim adamlar saksıda olmuyormuş.
Yanılgıya düştüğüm çokça noktadan birkaçı bu sıralar deyim yerindeyse ruhumu karıncalandırıyor -ilk kez cümle içinde kullanılmıştır fazla üstüme gelmeyiniz-.
Yanılgıdan çıkmak için yapılacak şey aslında gerçekten basitti ve tüm o her şeyin hala değerli kalabilmesi için. Yine de onu bize inandıramadım. 'Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta, her şey naylondandı o kadar.' Hava geçirmez naylondan bir fanustaytık -cam olsa yine bile umut vardı-. Azıcık bir gün ışığını tünelin sonu sanıyorduk. Ortada tünel falan da yoktu, aptal. O kuyunun en dibindeydi -ya da bir şeylerden kaçabilmek için öyle olduğunu söylüyor ve artık neredeyse buna kendisi bile inanıyordu-. Benimse kendi tünellerim vardı(inanın birden fazla değil). Ve ben yolun sonuna kadar gelmişken en kötü ihtimalle ağır adımlarla süreci biraz daha uzatarak kendim çıkacaktım oradan. Elimden tutup beni koşturacağını sanmıştım, varsın o olmasındı. Değersizleşen çokça insandan sadece biri olarak yerini aldı. Nasıl istediyse öyle işte.
Buraları seveli çok olmadı. Durmadan yazma isteğim geleli de. 
Buralara kar yağar dediler. Buz tutmaya başlarsa arkama bakmadan kaçarım söyleyeyim. Bana bunlarla gelmeyin.
Bak mesela, bana bunlarla gelin. Lunapark eskisi gibi olmaya çok daha yakın. 

Bugün günlerden ne?

Bir fotoğrafa saatlerce bakabilirsiniz, bir şarkıyı saatlerce dinleyebilirsiniz hatta ikisi beraber pek güzel gider.
Boşluktan belki, belki ilgi açlığından, yanınızda kim olursa olsun, yeri ayrı birisi vardır ki işte saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
O birisi genelde hiç gelmeyecek olandır ve bu öylesine çeker ki, zaten çoktan gelmiş olanların gitmesini umursamazsınız. “Kimlesin, eve vardın mı, dikkat et hasta olma” gibi -benzerleri çoğaltılabilecek- cümleler bile gülümsetmez, çekmez insanı nedense. Çünkü bir gelmeyecek olan vardır ki saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
Ama yine de hani o hep söylenen “takıntı” var ya, hep yaşadığınız şey küçümseniyormuş gibi hissettiren “takıntı”, ondan değildir işte. Hani sırf gelmediği için seviyor değilsinizdir, gelse bir başka seversiniz hatta. Ve bunu anlamayan, anlayamayan o insanlar da böylelikle birer birer yüzeyselleşir.
-Neyin var senin?
-İyiyim ya, n’olabilir ki. (Ölüyorum ama anlamıyorsunuz.)
Sırf biraz olsun iyi hissedebilmek için uzak duramadığımız insanlar vardır, o fotoğrafın tırnağı bile olamazlar hani, bir süre sonra kendini suçlu hissettirirler insana. Fotoğrafa ihanet etmek gibi, zaten tamamen bir başkasına ait olan fotoğrafa. Sadece fotoğraf olarak kalmasaydın ölür müydün?
Bazen öyle zorlar ki insan kendini öylesine birinin yanındayken de onunla olduğu kadar iyi hissedebilmek için. Tabi ki olmaz, siz aksini mi sandınız? Sanmayınız. Olur gibi olur belki. Olmaz.
(Güzel okunmayınca yazık olan yazılar.)
Güzel sevilmeyince yazık olan insanlar.
Oysa bi’ gelse, bi’ sevse -ki bu neden bu kadar zor bir türlü anlam veremezsiniz- sanki bir parmak şıklatması gibi her şey yoluna girecek. Bak bu kadar kolay, şık!
Öyle ‘biz hiç kavga etmeyiz, hep her şey yolunda gider’ iddialarında da değilsinizdir zaten, hatta o kavganın da çok ayrı bir tadı vardır -bazen asıl onu seviyorsunuzdur-Kafasına pet şişe fırlatmayı özlemek.
“Geçecek, her şey geçer” öyle sinir bozucudur ki, zaten istediğiniz şey tam olarak da geçmesindir. Geçmesin ve o bana gelsin öyle değil mi?
Bi’ hiç gelmeyecek olan vardır ki saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
Saatleri unutturur.


yaşadığımı hissediyorum.

Tekrar deneyiniz.

Rüyada görülen bir şeylerin kokusunu duyabilmek mümkün müydü? Başka açıklama bulamıyordu. -Tabi ki annesinin cevizli kekinden bahsediyordu-
Yine ‘bugün o şarkıyı dinlemeyeceğim’ kendini kandırmacasıyla başladı güne. Yapabileceğini düşündüğü tek ‘bir çeşit uzaklaşma’ eylemi olarak o gün telefonların hiçbirine cevap vermemeyi planlıyordu -çok sık çalacağını bile sanmıyordu.-
Gözünü açar açmaz -istediği büyüklükte ve şiddette olmasalar bile- karla karşılaşmıştı, aslında gülümseyebilmesi gerekirdi. Bir şeylerin yanlış olduğunun çok uzun süredir farkındaydı. Günlük olaylara, insanlara, belki bir nebze heyecanlara düşündüğünden fazla kaptırmıştı belki ama içeride bir yerlerde -o şarkı sayesinde fazlaca yüzeydeydi artık- çok yanlış giden şeyler olduğunu biliyordu.
Çaya kaç şeker atacağını bu kadar uzun süre düşünmemeliydi. Yapacak çok fazla şeyi ve onları yapabilmek için çok az enerjisi vardı. Saat bazında düşününce aslında sağlam bir uyku çekmişti. Uykuya dalmadan önce gecenin en mükemmel önerisine tanık olmuştu ‘yatıp uykumda ölmeyi bekleyeceğim’. Denemeye değerdi.
Hiç durmadan konuştuğu -konuşabildiği- zamanları hatırlıyordu. Artık o cümlelere yeni bir özne bulmak, yeni bir yorgunluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Eğreti duruyordu, hayır onların suçuydu. Çünkü her seferinde hatayı kendisinde bulduğu senaryolar artık gerçekçi gelmiyordu. Hayatta biraz da adalet olmalıydı -en azından biraz-.
Kendi kendine oynadığı küçük oyunları artık ilgisini çekmiyordu. Çünkü zaten o çorabın tekini bulamadıkça mutlu olamayacaktı. Keşke her şey kazı kazan kadar basit olsaydı -kısa ve öz-.
Kar durdu sonra. Belli ki bir an önce gelebilmek adına çok fazla şeyden vazgeçtiği şehir bile onu ‘o kadar da çok’ sevmiyordu. Aslında olmak istediği tek yer karşılaşacağı şeylerden en çok korktuğu yer haline gelmişti.
Önemli olan ortak zevkler, ortak mekanlar, ortak herhangi bir şeyler değildi. Anlayan biri lazımdı. Yargılamayan, eleştirmeyen, korkutmayan ama anladığından her şeyden çok emin olduğu biri -sahlep içerlerdi-. Zaten kendini yeterince yargılamamış mıydı? İşte o adalete tam da bu noktada ihtiyaç vardı. Yine de bulacağına dair artık neredeyse pes ediyordu.
Kimileri değer gördüğünü ya da değer verme ihtimalinin olduğunu düşündüğü durumlarda kaçıyorlardı, kimileri de değer görmediğini hissettiği durumlarda. Her şey eninde sonunda kaçmaya bağlanıyordu ya işte yüz yıl da geçse neden biz olunamayacağı anlam veremediği tek şey olacaktı.
‘Balık aldım, akşam erken gel.’ cümlesi bir insanı ne kadar dağıtabilirdi? Tek sorunun belki de özlemek olduğunu fark ettiğinde henüz çok geç değildi. Biraz daha düşününce buna alışamamışlık da eklenebilirdi -sadece alıştığına dair kendini ikna etmek için o kadar uğraşmıştı ki belki de bu kadar uğraşıp sonuca varabildiği tek şeyi bir çırpıda hiçe saymak zor geliyordu-.
Gece üstüne yattığı için kolunun hissizlik derecesinde uyuşmasını kaç insan severdi? Koluna tırnaklarını geçirip çimdiklemek hatta ısırmak ve hiçbir şey hissetmemek ya da kolunu havada tutamayıp kendi kendine aşağı düşmesini izlemek kaç insanın hoşuna giderdi? Biraz daha hissiz olabilmek için çok fazla şey yapabilirdi. Kimileri bunun çok değerli bir şey olduğunu söylerdi. Bir şeyler hissedebilmek, bir duyguyu tüm hücrelerinin yaşadığını hissedebilmek -psikolojik olduğundan adın kadar emin olduğun ama yine de fiziksel etkilerine engel olamadığın acının da mı?-
Sıcacık yanan kalorifer yolunda giden nadir şeylerdendi. Çünkü artık o yolunda gitmeyen şeyler giderek normalleşiyor, yadırganmıyor, alışkanlık haline geliyordu. Hatta bunun farkında olmanın yarattığı o rahatsızlık hali bile eskisi kadar huzursuz etmiyordu.
Ama kalabalıklaşan ortamlar ve tamamlanamayan yazılar yine her şeyi başa sarıyordu.

Birtakım olağan kafa patlatmacalar.

Bu sabah farklı uyanmayı umuyordum.
Dün gece -aslında tahminen sabaha karşı- hayatımdan gelip geçen tüm insanlar -aslında daha çok erkekler-, aşklar ve acılar için bir(1) dakikalık bir saygı duruşunda bulundum. Öldürdüm onları ve bu sabah farklı uyanmayı umuyordum.
Yalan yok. Şu an bir arkadaşımın evinde, elimde uyku sersemliğiyle demlediğim çay ve üç(3) saatlik uykuyla bunları yazıyorum. Bir yerlerde fotoğraflar görüyorum. Bir yerlerde birileri beni düşünmüyor. Masanın üzerinde bir adet Turgut Uyar duruyor. Yapacak çok fazla şey yok, sevgim acıyor. Ve Büyük Ev Ablukada’nın kesinlikle başka bir dünya olduğuna inanıyorum, gel beraber diye değil.
Kafa patlatmak işe yaramıyor mesela artık. Bazı şeyler ispatlanamayacağından çıkıp karşısına açık açık sorulamıyor. İnanmak lazım geliyor. İnsanın içi el vermiyor. “Nasıl olur?” diye kocaman bir ağırlık insanın iki ciğerinin ortasına oturuyor -pek tabi biraz da sigara dumanı-.
Vazgeçtim dediğim o temalara geri dönüyorum çünkü açıkçası başka türlüsünü de pek fazla bilmiyorum. Yalan yok.
Bazı anlar unutuluyor mesela, üzgünüm. Sanki bir filmde izlemiştim ya da bir kitapta okuyup da gözümde canlandırmayı denemiştim gibi. “Ben yaşamış olamam” diyorum, çok üzgünüm. “Ben yaşasam böyle olmazdı arkadaş!” isyanı beni ele geçiriyor, kendimi kandırmayı seçiyorum. Biraz da korkaklık sanıyorum. Yüz yüze gelemiyorum. Yalan yok.
“Nasıl olsa geri dönemiyoruz bari kolayı seçeyim” diyorum. “Ben bu değilim” duvarına tosluyorum. “Ben bu olmalıyım” diyen sesi bastırmadığım zaman büyüdüm diyeceğim. Değişmekten korkuyorum ben, yeni benle nasıl baş ederim bilemiyorum ben. Aslında daha vahimi yeni ben denemesi başarısız olursa diye her şeyden çok korkuyorum ben. 18 yaşında bir insanın başarısızlık kapasitesi ne kadardır bilen var mı? Çoktan aştığımı hissediyorum. Yorgun gibi. Kolunu kıpırdatacak hali yokmuş da biri gelip o kolu beline dolasın istiyormuş gibi.
Çay olmasa napardık?
Klavyeden çıkan sesle hipnoz oluyorum -pek tabi biraz da sigara dumanı-. “Uyuşmuş gibi yaşıyorum” tanımı aklıma ilk düştüğünde “Kendine haksızlık etme!” demiştim, yanılmışım. Ufak bir eklemeyle “Uyuşturulmuş gibi yaşıyorum”. Yalan yok. Sadece ve sadece “Turgut Uyar’a haksızlık etme!” var.
Ve ev ne güzel şey var bir de. Ev cidden ne güzel şey. İnsanın aklına şey geliyor, başlı başına sadece ev bile böylesine güzelken hangi puşt bizi üzen? -puşt vurgulu orda, çok rica ediyorum-
Bu sabah farklı uyanmayı umuyordum demiştim değil mi? Demiştim. Peki, bunu geçelim.
Ben buradan çıkamıyorum. Yalan yok. Aynı şeyleri saatlerce konuşurum, pes etmem düşünürüm de çıkamıyorum be. Debeleniyorum. Deliriyorum. Dönüp duruyorum. Değişemiyorum. Dahası da var da çaktırmamaya çalışıyorum. İşte buralar çok fena çaresizlik kokuyor. “Çözümsüzlük, her zaman kazanırsın” demeden geçemiyorum.
Birazdan güzel bir kahvaltı edeceğim düşüncesi biraz olsun iyi geliyor. Çünkü ‘yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilemem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı’. Bir de o benim hazırladığım en güzel kahvaltı değildi, çok şey kaçırıyorsun, yazık. Geçelim buraları zaten o yokuş da dünyanın en çirkin yokuşuydu. Dünyanın en çirkin çakmağı kadar değerli olamazdı.
Şimdi buralardan gitmeli. Yalan yok. Buralar fazlaca hapsolmuşluk kokuyor.