Kışı özledim.
Ben öyle sıcağı pek sevmem.
Bakın, sıcağın zaten çok da sevilesi bir yanı yoktur.
Deniz sevilir mesela.
Sahilde -hafif bir rüzgar iyi gider- ne zamandır gözüne kestirip de fırsat bulamadığın kitabı okumak sevilir.
Belki yaz meyveleri.
Akşamüstleri havanın balkonda oturup çay -ilerleyen saatler için kahvemiz hazır- içilesi olması.
Biraz da giysilerin hafifliği, zaten hali hazırda fazlaca yükümüz varken.
Anlıyorum, bunlar sevilesi duruyor.
Ama gerçekten üç koca ay boyunca sürmesine pek de lüzum yok.
Kışı özledim
Soğuğun yaşadığımı hissettirmesini.
Onca surat asıklığının arasında gülümsemek için başlı başına bir sebep olabilen kar yağışını.
Kazaklarımı. Ağırlıklarını. Güven vermelerini.
Yürümeyi, uzun uzun ve telaşsız -yazın yapamayacağınız kadar dingin-.
Yazın dinleyemediğim şarkılar var, onları özledim.
Çünkü onlar hava sıcakken dinlenebilecek kadar yüzeysel değiller.
Bazı şeyleri kategorilere ayırmazsam yaşayamam.
Eşleştirmeler akılda tutucudur ve bana kalırsa pek çok şeyin ait olduğu bir ana başlık olmalı.
Genel olarak düzenden bahseden biri değilim.
Sınırlar sen ne kadar istersen o kadar geniş ama kendi içinde tutarlı.
Ne diyordum, kışı özledim.
Sıcak insanı değilim, olamam.
Doğum günümü hiçbir zaman fırından yeni çıkmış kek ve sahlep ile kar yağışı eşliğinde kutlayamayacak oluşum arada mutsuz ediyor.
Kendim için bir tane de ben doğum günü uyduruyorum.
Soğuk olsun ki aldığım nefesi hissedeyim.
Parmaklarım uyuşsun -daha önce küçücük bahsetmiştim hissizlik güzeldir-.
Daha çok zaman var biliyorum.
Kışı özledim.
Özlediğim onca şeyle beraber.

Unutmamak adına.

Biraz umuttan bahsetmek isterim vaktiniz varsa. Tükenebilirliği üzerine yaptığım uzun araştırmalar sonucu hala burada, içimde bir yerlerde duruyor ve galiba yalnızca bir gece önce farkına varabildim. Geç olsun güç olmasın dediklerinden.  
Yeniden keyifli günlere uyanışımı bilemiyorum nasıl kutlasak. Bir yerden başlamak gerektiği konusunda haklıydım, hiç bitmeyeceği konusunda bir o kadar haksız. Kabul etmek büyümekten geliyor. 
Şimdilerde içinde bulunduğum şehrin bugüne kadar farkındalık yaratmayan yanlarını keşfediyorum. Her bir sokağın ondan ibaret olmayışını mesela.  Adımlar daha bir sağlam gibi.
Aklıma takılıyor bunca zaman değil de neden şimdi.  Sorgulamıyorum. Bazen insan bulaşık yıkarken olması gerekenden daha derin şeyler düşünebiliyor. Olağan diyip geçmekte fayda görüyorum. 
Hala da gerçekten anlayan insanların olduğu bir dünyada ne kadar yalnız olabiliriz ki diyorum. Kahve iki kişilik bir şeydir. Kahveyle mutlu olabilenler el kaldırsın. 
Bahsetmiştim.  Bir yolunu bulmam lazım geliyordu ve bir yolunu buldum. İyi haber, bu kez her nasılsa sonu görünüyor. Kötü haber yok sadece biraz daha yolumuz var. 
Artık kabullenmiş oluşum belki de çokça bileni olmayan kıyıda köşede kalmış bir şarkının marifetidir. Çünkü öğrendim 'sabah beşten sonra evden çıkan kimse geri dönmemiştir'.
Çözümsüzlük anlarında nüfuz ediyorsun en çok.
İşini biliyorsun kısaca.
Tüm hücrelerime eşit aralıklarla.
Tanıdık bir şarkı eşliğinde hüzünlü olanlardan.
Hangi biri değil ki.
Kısa süreli sahte bir mutluluk uğruna kat ve kat çözümsüzlüğü beraberinde getiriyorsun.
Haksızlık bu yaptığın.
Güya haktan hukuktan bahsediyorsun.
Sen sokakları karış karış yürümüş müsün ki.
Bırakmamaktan bahsediyorsun.
Baş etmeye çalıştığım duygudan haberin var mı diyesim geliyor.
Baş edemediğim duygudan.
Bırakıyorsun.
En lüzumsuz kayıplarımda dolduruyorsun boşluğu.
Yenildiğimi hissettirmek hoşuna gidiyor.
Sana ihtiyacım varmış gibi.
Yok.
Biliyorsun.
Aklımdaki işgalinden sıyrılıyorum yavaş yavaş.
Diğeri de peşinden.
Bir kez daha her zamankinden.
Anlıyorsun.
Artık son kezlerden bahsedemiyorsun.
Sen beni hiç rüyanda görmüş müsün ki.

İygeceler.

Bu kadar uzun zamandır yazmaya bir kez bile meyletmeyişimle oturumu açıyorum.
34 gün uzun bir süredir.
İygeceler.
İnsan nelere alışıyor bilseniz.
Ben mesela artık büyük konuşmuyorum.
Karar iki nokta üst üste.
Yok boyumun ölçüsünü aldım.
Yine de bazen düşünmüyor değilim ölüm denen şeyin olduğu bir dünyada bu kadar acı neremize sığıyor.
Yasaları deliyorum.
Hatırlatırım düşünmek genelde yasaktır.
Kahrolsun bağzı şeyler.
Ölüm diyorum.
Soğukluğunun yakınından bile geçmedim nereden bileceğim.
Dedem ölmüş ben küçükmüşüm. Hatırlamam bile yüzünü.
Geçen yaz babaannem öldü. Gördüğüm bir elin parmaklarını bulmaz. Konuştuğum iki elin.
Sonra da yaşa-yama-dıklarım ağır geliyor diye şikayet ediyorum falan. Ayıp.
Ama artık büyük konuşmuyorum.
Ki eşzamanlı olarak yazmıyorum da.
Planlardan uzak kaldım. İyi gelmedi desem yalan.
İşin tuhaf yanı kendime artık şart koşmadığım şeyler yavaş yavaş önemini kaybediyor.
Şey gibi yasak olanın çekici olması.
Artık kural yok ya yasak yok.
Sanki artık zamanın biraz biraz yardım etmesine izin veriyorum gibi.
Bir fotoğrafa ellerimin titrediği zamanları geride bırakmışız.
Sesini duymanın yaratacağı etkiden henüz haberdar değiliz.
Yine de korkmuyorum ve hayır bu büyük konuşmaya girmiyor.
Bir yerden sonra onun da vazgeçmiş olmasını anlayışla karşılıyorum.
Mesela.
İstediğimin tam da bu olması gerekiyordu.
İstediğim en yalın haliyle oydu.
Olmayacağını anlamak büyümeme yardımcı olmuyordu.
Ve ben zamanın geçip gitmesine tahammül edemiyordum.
Boşa gidiyordu.
Ya hep ya hiç.
En büyüğünden bir kumar oynadım.
Her şeyimi kaybettim. Kendim dahil.
Yolunu kaybettiği zamanlarda bir yolunu buluyor insan en çok.
Altını çizin bunun lazım olacak.
Çünkü kaybedecek bir şeyin kalmamış olması her şeye rağmen koyvermek için yeterli gelmiyor.
Çünkü en çok yolunu kaybettiği zamanlarda bir yol bulmaya mecbur olduğuyla yüzleşiyor insan.
İnsan neleri kabulleniyor bilseniz.
Boş bir beyin nasıl olur onu öğrendim.
Soyutlanmış.
Günlük bir hayat nasıl yaşanır.
Her gece aynı işkenceyle uyumaya çalışmadığın bir hayat.
Çünkü zamanla önemi kaybediyor.
Önemli olan zamana izin vermek.
Öğrendim.
Alışık olmadığım tek yanı artık kimseyi yeterince benimseyemiyor oluşum.
Zaten sevmek de genelde sakıncalıdır.
İygeceler.