Bir yeni fiyakalı trip.

Bu sıralar her gün yeni bir şey öğreniyorum.
Şu iki ciğerin ortasına kamp kuran aptal ağırlık, güzel geçirilmiş bir günün sonunda bile peydah olabiliyormuş.
Hala işin içinden çıkamayışlarım haddini aşacak sınıra dayandı.
İçimin, yanımda olmayışına mı yoksa hala aklımda oluşuna mı acıdığı sorunsalıyla boğuşuyorum. Kendime küfrediyorum.
Kaçamayışlarım ödenmesi gereken faturalar kıvamında.
Ve bir fotoğrafa bakmamak için kendimle inatlaşmalarım bu kadar çetin geçmemeli.
Yerimde sayışlarım ayaklarıma dolanan eskilerle ittifak kurmuş.
Çizgilere basmadan yürümeye çalıştığım sokaklar git gide daralıyor. Kaleiçine küfrediyorum.
Şu iki ciğerin ortasını tapulayan şerefsiz ağırlık, bir daha dinlememek üzere yeminler verilen bir şarkının halt etmesiymiş.
Yaşananların romantizm kılıfına sıkışıp kalmasından ziyade bir de oraya allah kahretsin ki çok yakışması adlı sorunsalla uğraşıyorum.
Herhangi bir sebep bulamayışlarımı keşke alkol ikimizi de ele geçirmiş olsaydı iç çekişiyle bağlıyorum.
İsyanlarım kendi kendini imha eden bomba kıvamında.


Bu sıralar her gün bir yeni fiyakalı trip icat ediyorum.

Basitleş(tir)ememek.

'Artık yoruldum ve neredeyse şiir okumayı geçtim yazmayı bile bırakacağım' fevriliklerimden birinde aklıma düştü, sorgulamadım. Yüzeysel insanların yüzeysel sorunları olurdu ve keşke gelseydin de hava yağmurlu diye evden dışarı çıkamamayı dert etseydik. Sonra fark ettim ki biz neredeyse 'bir yağmur yağsa da beraber ıslansak' kadar bir şeydi. Diğer türlü bir biz, biz değildi. Vazgeçtim. Seninle yüzeysel olmaktansa tek başıma ıslanırım dedim, vazgeçtim.

'Artık adının geçtiği cümleler kurmak bile zoruma gidiyor, hala varoluşun midemi bulandırıyor' fevriliklerimden birinde aklıma düştü, oturdum, sorguladım. Sonra fark ettim ki o çok sevdiğim Beatles tişörtünü bile pijama olarak tükettiğim bir değer sisteminde bulunduğun yer kendine yakışandan çok fazla. Vazgeçtim. Adını içimdeki birtakım sıkıntılara özne yapmaktansa öznesiz kalırım dedim, vazgeçtim.
Çok seviyorum.
İmkansız bir adamı her şeyden çok seviyorum.
Beni seven, beni sevdiğini bildiğim ve yine de hala imkansız olabilen bir adamı.
Çok uzaklarda olan bir adamı.
Hayatımdaki tek gerçek adamı.
Bundan başka cümle de bilmiyorum.
Çok seviyorum.
"Şimdi son bir şey söyleyip telefonu yüzüne kapatıcam!" diyorum.
Ben.
     Seni.
           Özledim.
Ve sigara dumanını ilk kez içime çekiyorum.

üstüne söz söyleyecek olan?

Ankara, İstanbul'dan hareketle.

Şimdi size biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vaktini anlatacağım. Dünyanın enbirinci akşam vaktini.
"Sarılmayacak mısın?" dedi. "O kadar özlüyordun?" Haklıydı. Ben böyle bir özlemek bilmiyordum. Kısacık bir ilişki ve sonsuz saatte bitmek bilmeyen bir ayrılık konuşmasından sonra 23413263. kez arkadaş kalmayı deneyen, beceremeyen ve hala da beraber olma noktasından köşe bucak kaçan iki insandık ve ben bir insanı bu kadar özlemenin mümkün olduğunu sarılınca anlıyordum. İki insanın birbirini bu kadar sevip de nasıl beraber olamadıklarını ise hiçbir zaman anlamayacaktım.
Nereye oturacağımıza çoktan karar vermişti. İtiraz etmedim. En sevdiği, en çok vakit geçirdiği yerdi, bense ilk kez onunla oraya oturacak olmanın ne kadar özel olduğunu geçiriyordum aklımdan. Her zaman oturduğu masanın dolu olduğunu görünce canı sıkıldı biraz yine de havanın güzelliği gayet tadındaydı, dışarıda bir masaya oturduk. Kapının önünde kamp kuran köpek yüzünden zaten içeriye girmeye bir türlü cesaret edemeyip "Üşümeyiz ya dışarıya oturalım!" diye sızlanacağımı hiç öğrenmemiş oldu.
"İki Tuborg Gold"..."Ben içmicem!" Birasına eşlik etmek dünyanın en önemli şeyiydi ve ben ona karşı gelmiştim. Nasıl olurdu? Biranın etiketini yolmaksa bira içerken yapılabilecek dünyanın en keyifli aktivitesiydi. Bense tutmuş buna ortak olmuştum, en şımarık en kendimden emin tavrımla bu zevkini elinden almıştım. Nasıl olurdu? Oluyordu işte. Ne yaparsam yapayım kızamıyordu. Arada bir aystiğ içtiğim pipetle birasından çalıyordum. Gülüyorduk.
"Uzat ayaklarını benim bacaklarımın üstüne." Masa dünyanın en küçük masasıydı ve ben bir türlü rahat edemiyordum. Uzattım.
Sanki saatlerce sussak bile hiç olmadığım kadar mutlu olmazmışım gibi konuşacak bir şeyler bulmak için çabalıyordu. Gerek bile yoktu ve her anımızı ezbere bildiğimizden yüzyüzeyken konuşacak pek fazla şeyimiz de kalmıyordu. Yetiyordu da artamayacak kadar açtım onunla aynı masada oturmaya.
"N'apalım burdan? Limana inelim mi?" İnilecek bir limanımız olduğu için dünyanın en şanslı insanlarıydık. İndik. "Benim sevdiğim yere oturucaz!" mızmızlanmalarım sonuç verdi ki bana kıyamadığını adım gibi bildiğim bir insana bunları söylemek sadece formaliteydi. Bir duvarın üzerinde oturmuş ayaklarımızı sallandırıyorduk denizin üstüne. Kafam onun omzunun üstüne, elleri ellerimin üstüne. Sarılıyorduk. İçten içe olması için her şeyi vereceğim ama bir yandan da aylardır asla olmayacak diye kendi kendimi ikna ettiğim dünyanın en güzel anı gerçek oluyordu.
Kafamı hafifçe kaldırıp gözlerinin içine baktım ve beni öpmesine ramak kala tekrar gömdüm kafamı omzuna. Neden yaptım hala da bilmiyorum. Maalesef ki bende hala az az izlerini taşıdığım o 'anı yaşayamama' sendromundan var. O da biliyordu. "N'olur bu anı hiç bozma." dedi. Bozacaktım o da biliyordu.
Duramadı yine çünkü biraz da olsa onun istediği anı yaşamalıydık. Haklıydı.İtiraz etmedim. Kalktık bu sefer de onun sevdiği banklardan birine oturduk yine limanın hemen dibinde. Anın büyüsü bozulmamıştı. Demek mekan önemli olan şeyler listesine bile girmiyordu biz yan yanayken. Ve dünyanın en özel anı şüphesiz ki dayanamayıp beni kemiklerimi kıracakmışçasına tutarak zorla öptüğü andı. Anı yaşamayı herkesten daha iyi biliyordu. Bense bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim. O anda aklımdan geçen tek şey "Yani artık benim mi?" sorusu olduğu için kendimden hala da nefret ederim. Bir hışım geri çekmeye yeltendim kendimi, bırakmadı. Bir türlü bırakmıyordu. Keşke hiç bırakmasaydı.
Hiç olmadığım kadar kıpkırmızı olduğumu söylüyordu. Elini aldım ve göğsüme götürdüm. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Biz gülüyorduk. Ben yine duramayıp ikimizle ilgili somut bir şeyler yakalamaya çalışıyordum. Oysa daha somutu olamazdı, bilmiyordum. Durmadan konuşuyor, ona bir şeyler söyletebilmek için kıvranıyordum. O cümlelerimi yarıda bırakan öpücükler konduruyordu dudaklarıma. Biz gülüyorduk.
Son anda saate bakmak aklıma geldi, panikledim. Külkedisine dönüşeceğim vakit yaklaşıyordu ve bundan sonrasında koşar adım yaşamalıydık tüm anlarımızı.
"Yapamayız."
"Ne?"
Anlamıyordum. Ağzından o bir kelimelik cümle bozuntusunu nasıl çıkarabiliyor aklım almıyordu.Çünkü yürürken bile hala baş parmağımdan tutuyor, avuçlarımı öpüyordu. "Sevgilim misin sanki tutma elimi." diyordum o bir daha öpüyordu.
Aramızdaki kilometreleri bahane ediyordu. Tüm o eski sorunları bahane ediyordu. Kendine olan güvensizliğini bahane ediyordu. Beni mutsuz edeceğini bahane ediyordu. Tüm söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu.
Önüne geçtim, durdurdum. "Benimle olmak istiyor musun?" dedim. Sustu. 'İstiyorum de allahıncezası.' İstiyordu. Böylesine istenilen bir şeyden nasıl bu kadar korkulur hiçbir zaman anlamayacaktım. Söylediği şeyler hala kulağımdan çıkmaya devam ediyordu.
Evin önüne geldiğimizde sanki vedalaşma denen şeyden habersizdim. Yürüdüm. Kolumdan tuttu. Sarıldı. İstemiyordum oysa. Benimle beraber olamayan bir adama sarılmak bile istemiyordum. "Lütfen sarıl bana, uzun süre göreşemicez."..."Hayır, bir daha hiç görüşmicez." İrkildi. Sanki en korktuğu şey başına gelmiş gibi irkildi. "Beni hayatından çıkarmana asla izin veremem, seni kaybedemem anlıyor musun?" Anlamıyordum.
Dünyanın en çirkin "Hoşçakal"ıyla veda ettim ona. Sonrasında defalarca aradı açmadım. Açamadım.
Biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vakti son bulmuştu. Yine de hiçbir zaman onu hayatımdan çıkaramadım.
Hala da tek bir ana geri dönmeme izin verseler diğer bütün anlarımı yaşanmamış sayarım.

buraya çöp dökmek yasaktır beyler.

birazdan yazmış olmak için yazacağım. şimdiden kusuruma bakmayınız.

bi de başlıkta adı geçmişken dinlemeden geçmeyelim.

iki(2) gündür adeta açlık grevindeyim, yani diyetteyim yanlış olmasın. yemek yemeyi dünyanın en güzel şeyi olarak gören ve kahvaltıyı peksevgilisüreya gibi safi mutlulukla ilişkilendiren bi insan neden diyet yapar sorarım size, neden, niçin? yoksa aynadaki ben, beni ele mi geçiyor? üzülüyorum. ve açım. bi daha üzülüyorum.
iki(23546437) gündür siktir etme çabalarım meyvesini verdi. -bilmenizi istiyorum ki ben öööyle bissürü insanın okuyacağını bile bile öööyle rahat rahat küfür edemem- nasıl içten gelmiş tahmin edilesi. aslında ben gerçekten küfretmek istemiyorum hele ki ağzına yakışma konusunda dipteyim sondayım depresyondayım çocuklar. zaten kimin ağzına yakışır ki. ama inanın küfürlerim yönlendiği kişiye cuk oturuyor.
bu aralar tivitırım -galiba- göndermelerle, laf çarpmalarla doldu taştı. bu sabah karşılığını da gördüm. laf aramızda bi daha küfrettim. güzel yanı tüm o kızgınlıklarıma rağmen bi türlü nefret edemediğim adamdan nefret ettim. endişeymiş, değer vermekmiş, özlemekmiş, gözünün önünden gitmemekmiş, şu kadarcık kaldı içimde. pes ettim.
bazen kötü şeylerin sonunda iyi birtakım şeyler de olabiliyormuş. umut hiçbir zaman tükenebilen bi şey değildir demiştim. hatırlarsanız.
aklımı kurcalayan bi iki soru kalmadı desem yalan. eyvallah. hani anlıyorum aslında bazı adamlar beni sevemiyorlar. bazı adamlar seviyormuş gibi yaptıkları birilerini unutamıyorlar, kim bilir belki unutmak istemiyorlar. o bazı adamlar hiçbir zaman gerçekten sevemezler. neyse tamam buraları bi şekilde anlıyorum, kabul ediyorum da. hayatımın sadece bu bazıadamlardan ibaret oluşu nedendir, bilen söylesin nolursunuz. çekiyor falan mıyım, şanssız mıyım, kadersiz, bahtsız mıyım dostlar?
mesela ben bazen buralara fazlayım diye düşünüyorum. olağandır belki emin değilim. ya da buralar fazla küçüktür. sığamıyoruzdur. kimsecikleri sığdıramıyoruzdur. uzun zamandır tepemize çökmüş, ciğerimizi kurutmuş, kafaları allak bullak etmiş biri vardır da o bi türlü kıpırdamıyordur yerinden. rica etsem arkalara doğru ilerleyebilir miyiz?
dünyanın en güzel kurabiyeleri aklıma düştüğünden beri konsantre olamıyorum klavyeye, elli kez yazım hatası yaptım ve evet dünyanın en güzel kurabiyelerini bi arkadaşım yapıyor ve evet tarifini kimseciklere vermiyor. hakkı var. yalan yok.
iki(2) gündür beklediğim çokça şey olmayacağını ispatlamak için bir bir fişlerini çekiyor. benim çekemediğim fişlerin bi şekilde çekiliyor oluşu pek tabi güzel ve yöntemi umrumda değil. ama aklıma düşmedi desem yalan 'ya sadece elektrikler gitmişse?' fark etmez diyorum. buralar nasılsa her türlü karanlık. beni bi süre idare etsin yeter. yoksa çıkıp pencereye bağıracağım avaz avaz. içim doldu. taştı. taşacak.
telefonumun ışığı yanıyor. mesajsa turkcelldir, cevapsızsa annemdir mantığı kafamı tapuladığından elimi uzatıp almaya bile üşeniyorum. çünkü beklenen adımlar gelmiyor. mesaj mı atacak sandınız? beklenen adımlar artık beklenmiyor da. varsın benden uzak olsun. bi de bu türlü deneyelim. hala bile mutsuzsam diyeti bozacağım.

şimdi ben ne yazdım, ne anlattım, ne anladınız inanın pek bi fikrim yok. pek bi fikrim olmayan konulara bi yenisi ekledik. canımız sağolsun.

Hayır, bir gün anlamayacaklar.

Kar yağıyor ve ben mutlu uyanıyorum.
O sabah orada uyandığımdan çok daha mutlu.
Kesinlikle yanlış noktaya saplanıp kalıyorum.

Dışarısı beyaz ve elimdeki çay sıcacıkken hiçbir şey beni mutsuz edemez diyorum.
Ve kimse 'uğraşılmaya değmeyeceğim'den bahsedemez. Kimse beni değersizleştiremez.

Kar yağıyor ve ben sadece saatlerce yazmak istiyorum.
Anlatacak şeylerim hiç bitmezmiş gibi geliyor.
Ben hala o çok uzaklarda kalan adamı özlüyorum.

Bu aralar yeni ve bir o kadar da karamsar birtakım durumlarla uğraşmaktaydım. İşin içinden çıkamadığım, çıkarılamadığım birtakım durumlar. Ve tek bir cümlesiyle bir adamdan nefret etmenin mümkün olduğunu anladım. Aramızdaki fark her şeyden daha açıktı ve daha kocaman olamazdı.
"Ben herhangi birinin bile mutsuz olmaması için uğraşırdım. Ve sen herhangi birinden çok daha fazlasıydın."

Bazı insanların bazı şeyleri asla anlayamayacaklarını bu sabah öğrendim mesela. Bu sabah çılgınlarca özlediğim kar yağışının beni başka birçok şeyden daha fazla mutlu ettiğini fark ettim yeniden. Kilometrelere küfrettim bu sabah. Yeniden o çok uzaklarda kalan adamı özledim.

Kar yağıyor ve bazı insanlar daha ne kadar değersizleşebilecekleri konusunda sınırları zorluyor.
Oysa kar yağıyor ve böyle bir şeyin aslında mümkün olmadığını hatırlıyorum.
Bazı insanlar kar yağarken bile içime o hissizliği yerleştirebiliyor. Burada ufak bir düzeltme yapıyorum. Çünkü 'aşkın karşıtı nefret değil hissizliktir.'

Ben buralara yabancı oluşumun ay dönümlerini kutluyorum. O çok uzaklarda kalan adamın varlığını içimde hissedememeye başlıyorum. Benim olmamasından sonra benimle olmamasına bile alıştığımı düşünürken artık içimde bile olmayacak olmasından korkuyorum. Yine de her şeyden çok özlüyorum.

Kar duruyor. Çay soğuyor. Ve beyazlıklar yalnızca uzaklardan seçilebiliyor.
Ben Turgut Uyar okumayı bırakıyorum.
aklına gelişlerinin birinde pişman olacaksın. tahminen çok geç kalınmış bir zamanda.

Yet(e)meyen bir endişe bahsettiğim.

Şimdi size insanın daha kendini bile anlayamamışken bir başkasını anlamak için kafa patlatması adlı ironiden bahsedeceğim biraz. Çok bir şey bildiğimden değil de nacizane bir iki yaşanmışlığımız var, bir tanesi fırından yeni çıktı, tazecik.
Bu sıralar içimden geçenleri adlandırabilmek için gerçekten büyük çabalar sarf ediyorum. Çok uzun bile sayılmayacak bir uğraş sonunda üstesinden gelmeyi başardığım sonucuna ulaşmışken, hiç hesapta olmayan birtakım durumlar her şeyi tepetaklak etti daha bu sabah. 
"Ben ne yaptım?" aşamasını neredeyse tam anlamıyla geçmiştim ve hatta "Ben ne yapıyorum?" diye sormayı bile bırakıyordum yavaş yavaş, sigaraya başlıyordum yavaş yavaş. Yine de işin güzel yanı "Bundan sonra ne yapacağım?" diye kıvranmama sebep olacak yerlerde bile değildik ve 'yaşanmamalıydı, yaşanmıştı, olsundu' mantığını aklımca benimsediğimden bile neredeyse emindim. Sonra hiç olmayacak bir şey oldu."Senin için endişelendim." kadar bir şey.
Bu çok değerli bir şey olsa gerekti. Biri için endişelenmek her şeyden daha güzel anlatıyordu sanki verilen değerin ne derece gerçek olduğunu. Ve bunu bilmek insanı her şeyden çok mutlu etmeliydi.
Yapılan araştırmalara göre pek de öyle olmuyormuş maalesef. Hadi oradan.
"Bilse bir şeyler değişir mi?" adlı çalışmam sonucu tahmin etmekten öteye gidemiyor. Elim o telefona bir türlü gidemiyor. Gözlerim bir fotoğraftan öteye gidemiyor. 
Tüm sorularımdan ustaca sıyrıldığımı düşünürken olacak iş miydi şimdi bu be Turgut Uyar? Gel yine gel sen. Halden anlayan kaç kişiyiz şunun şurasında.
Herhangi bir şeye halim olmamasına alışmaya çalışıyorum. Konuşmaktan bile yorulmaya ve artık ne hissettiğini bilememekten ziyade galiba hiçbir şey hissetmiyor olmaya alışmaya başlıyorum. Ben galiba bundan başka bir şey değil(miş)im. Ben de bu kadarım. Tamam, kabul, bu kadar kalayım da neden herhangi bir halimle bile sevilemiyorum? Benimle mutlu olamayacak insanlarla çok mutlu olacağımı sanmam adlı ironiden bahsediyorum. Buralar neden bu kadar karanlık?
Terzinin dikemediği sökükleri var hala. Denemediğinden değil inanın hatta artık denemekten yorulur oldu. İpliklerini başka sökükler için tüketiyor da kendi sökükleri her yeni adımda ayaklarına dolanıyor. 
Kendini bile boş verip başkalarını iyileştirmek için harcıyor önceliklerini. Onun iyileştirme umudu her zaman var da bazıları onu yakınına bile yaklaştırmıyor. Bazıları yeninin sarsacağı tahtlardan korkuyor. Sevgili terzimiz o bazılarını hiç mi hiç anlamıyor. Denemeye bile umudu olmayan insanların yaraları iyileşmiyor ve maalesef bu sadece onda yeni yaralar açmaya yarıyor.
"Bu şehirde henüz anı biriktirmeye başlamadım" temalı cümlelerden sonra, 'tam bir hafta önce bu saatlerde' adlı ironi tüm bu bahsettiğim. 
Yastıklar daha önce hiç olmamış bir şeyin yerini pek tabi tutuyorlardı. Şimdi ister istemez nefes alma kabiliyetinden yoksun oluşları birtakım eksiklikler yaratıyor. Bunlara bir takım arayışlar ve özleyişler ekleniyor. Bunlar hep 'endişe' denen o şey yüzünden. Çünkü bu gerçekten dünyanın en güzel şeyi olmalıydı. Hala denemeye değmiyor mu? Yazık.
Galiba yapacağım.

Yeni, hem de ikinci.

Ben istiyorum ki "Kimse hüzünlü olmasın. Sırası değil hüznün daha."
Ama maalesef ki bir yandan da "Sevgim acıyor."
Nasıl oldu hala bilmiyoruz. "Bir korkusuzluk aldı yürüdü çevremizde." Çünkü "Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu."
Biliyorum ama artık oralara çok uzağız. "Oysaki seninle güzel olmak var."
Hiçbir şey oralardan daha çabuk geçip gitmemişti. "Biz ki zamanı tırnak içine alıp yaşadık." Hala da öyle yapıyoruz.
"Aşk iyidir bak." Unutma bunu.Bir gün geri gelecek.
"Artık gelince biliyorum..." Durduğumuz yer ve durmamız gereken yer adlı iki farklı sorunumuz var, varsın öyle olsun. "...önceleri korkardım." ama artık biliyorum.
Beni bilirsin. Böylesine çok konuşmak ve art arda yakılan sigaralar çözümsüzlüktendir. Yine de "Aşk için söylediğim her şeyi bir daha söylerim."
Yine aynı noktadayız. Maalesefler yetersiz kalıyor, keşkeler anlamsız. "Sebep aynı."
Ben o yolu bir kez daha yürürdüm de işte, aynı noktadayız. "Başını almış gidiyor bir asfalt." Ben gidemiyorum.
Yine de anlat deseydin, bak şu kadarcıktı her şey. "O sabah, orada, bir başıma. Var mıydım yok muydum anlamıyordum ki. Kalakalmış gibiydim aklımda."
Anlaşılmaz tarafları da yok değildi. Ama "Yaşamım bir şarkının iç çekme anıdır." deseydim anlamazdın biliyorum. Sustum ben de.
Pek fazla seçeneğimiz yoktu. "Bu da oldu işte." ve kabullendik.
Yine de umut hiçbir zaman tükenebilen bir şey değildir. "Durma göğe bakalım."

Başının o ağrısı beni görüncedir.

"Birden hatırlıyorum sıcaktı
Tuttuğu tuttuğum her yerlerimiz
Boynumuz ağızlarımız ellerimiz
Yalanda karanlık odalarda
Eşit aralıklarla avunuyoruz
Yetiyor."

Kullanılmış kaçışlar, buralara fazlalar.

Birazdan normal olacağını düşündüğüm bir güne başlayacağım. Tüm yaşam alanımın ellimetrekarelik bir odadan ibaret olduğunu düşünürsem günümün normalliği yataktan çıkmamak ve elimde Turgut Uyar tutarken bir yandan da Cansevere'e göz kırpmak şeklinde.
"Bu bisküviler ne zamandan kalma?" -ki dünyanın en birinci bisküvileri- en azından artık bir tanesi bugüne ait. 
Bu sıralar kendimle tartışmadayım. Çünkü Uyar'la laf yarıştırmaya hiç gelmiyor. Bir yandan 'yapmamam gereken şeyler yaptım' düşüncesi beynimi kemiriyor -kimin haddine!- bir yandan da tam bir 'olacağı varmış' kaderciliğindeyim. Beni bırak, kolaya kaçalım.
Bu sıralar kendimle tartışmadayım. Çünkü onunla konuşmak çözümsüzlükten başka bir şey ifade etmiyor. Evet susmanın daha çok çözüm olabildiği dünyalar da var(mış). Çünkü "Beni hiç tanımıyorsun." en açıkça ifade edilmiş cümlem olurdu. Gerisi çok kapalı, çok başka, -onun anlayacağından çok uzak-. 
Büyük Ev biletini cüzdanında saklayan bir insandan o çakmağı çöpe atmasını beklemeyiniz. Yapan yok değil ve takdir edilesi. Ama söz konusu vaziyet halinde biliyorum ki hiçbir işe yaramayacak. Ve maalesef o resmi de atabileceğimi sanmıyorum -maalesef dedim, bir dakika burada umut var-. Ve aramızda kalsın, çim adamlar saksıda olmuyormuş.
Yanılgıya düştüğüm çokça noktadan birkaçı bu sıralar deyim yerindeyse ruhumu karıncalandırıyor -ilk kez cümle içinde kullanılmıştır fazla üstüme gelmeyiniz-.
Yanılgıdan çıkmak için yapılacak şey aslında gerçekten basitti ve tüm o her şeyin hala değerli kalabilmesi için. Yine de onu bize inandıramadım. 'Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta, her şey naylondandı o kadar.' Hava geçirmez naylondan bir fanustaytık -cam olsa yine bile umut vardı-. Azıcık bir gün ışığını tünelin sonu sanıyorduk. Ortada tünel falan da yoktu, aptal. O kuyunun en dibindeydi -ya da bir şeylerden kaçabilmek için öyle olduğunu söylüyor ve artık neredeyse buna kendisi bile inanıyordu-. Benimse kendi tünellerim vardı(inanın birden fazla değil). Ve ben yolun sonuna kadar gelmişken en kötü ihtimalle ağır adımlarla süreci biraz daha uzatarak kendim çıkacaktım oradan. Elimden tutup beni koşturacağını sanmıştım, varsın o olmasındı. Değersizleşen çokça insandan sadece biri olarak yerini aldı. Nasıl istediyse öyle işte.
Buraları seveli çok olmadı. Durmadan yazma isteğim geleli de. 
Buralara kar yağar dediler. Buz tutmaya başlarsa arkama bakmadan kaçarım söyleyeyim. Bana bunlarla gelmeyin.
Bak mesela, bana bunlarla gelin. Lunapark eskisi gibi olmaya çok daha yakın. 

Bugün günlerden ne?

Bir fotoğrafa saatlerce bakabilirsiniz, bir şarkıyı saatlerce dinleyebilirsiniz hatta ikisi beraber pek güzel gider.
Boşluktan belki, belki ilgi açlığından, yanınızda kim olursa olsun, yeri ayrı birisi vardır ki işte saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
O birisi genelde hiç gelmeyecek olandır ve bu öylesine çeker ki, zaten çoktan gelmiş olanların gitmesini umursamazsınız. “Kimlesin, eve vardın mı, dikkat et hasta olma” gibi -benzerleri çoğaltılabilecek- cümleler bile gülümsetmez, çekmez insanı nedense. Çünkü bir gelmeyecek olan vardır ki saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
Ama yine de hani o hep söylenen “takıntı” var ya, hep yaşadığınız şey küçümseniyormuş gibi hissettiren “takıntı”, ondan değildir işte. Hani sırf gelmediği için seviyor değilsinizdir, gelse bir başka seversiniz hatta. Ve bunu anlamayan, anlayamayan o insanlar da böylelikle birer birer yüzeyselleşir.
-Neyin var senin?
-İyiyim ya, n’olabilir ki. (Ölüyorum ama anlamıyorsunuz.)
Sırf biraz olsun iyi hissedebilmek için uzak duramadığımız insanlar vardır, o fotoğrafın tırnağı bile olamazlar hani, bir süre sonra kendini suçlu hissettirirler insana. Fotoğrafa ihanet etmek gibi, zaten tamamen bir başkasına ait olan fotoğrafa. Sadece fotoğraf olarak kalmasaydın ölür müydün?
Bazen öyle zorlar ki insan kendini öylesine birinin yanındayken de onunla olduğu kadar iyi hissedebilmek için. Tabi ki olmaz, siz aksini mi sandınız? Sanmayınız. Olur gibi olur belki. Olmaz.
(Güzel okunmayınca yazık olan yazılar.)
Güzel sevilmeyince yazık olan insanlar.
Oysa bi’ gelse, bi’ sevse -ki bu neden bu kadar zor bir türlü anlam veremezsiniz- sanki bir parmak şıklatması gibi her şey yoluna girecek. Bak bu kadar kolay, şık!
Öyle ‘biz hiç kavga etmeyiz, hep her şey yolunda gider’ iddialarında da değilsinizdir zaten, hatta o kavganın da çok ayrı bir tadı vardır -bazen asıl onu seviyorsunuzdur-Kafasına pet şişe fırlatmayı özlemek.
“Geçecek, her şey geçer” öyle sinir bozucudur ki, zaten istediğiniz şey tam olarak da geçmesindir. Geçmesin ve o bana gelsin öyle değil mi?
Bi’ hiç gelmeyecek olan vardır ki saatlerce bakılır onun fotoğrafına.
Saatleri unutturur.


yaşadığımı hissediyorum.

Tekrar deneyiniz.

Rüyada görülen bir şeylerin kokusunu duyabilmek mümkün müydü? Başka açıklama bulamıyordu. -Tabi ki annesinin cevizli kekinden bahsediyordu-
Yine ‘bugün o şarkıyı dinlemeyeceğim’ kendini kandırmacasıyla başladı güne. Yapabileceğini düşündüğü tek ‘bir çeşit uzaklaşma’ eylemi olarak o gün telefonların hiçbirine cevap vermemeyi planlıyordu -çok sık çalacağını bile sanmıyordu.-
Gözünü açar açmaz -istediği büyüklükte ve şiddette olmasalar bile- karla karşılaşmıştı, aslında gülümseyebilmesi gerekirdi. Bir şeylerin yanlış olduğunun çok uzun süredir farkındaydı. Günlük olaylara, insanlara, belki bir nebze heyecanlara düşündüğünden fazla kaptırmıştı belki ama içeride bir yerlerde -o şarkı sayesinde fazlaca yüzeydeydi artık- çok yanlış giden şeyler olduğunu biliyordu.
Çaya kaç şeker atacağını bu kadar uzun süre düşünmemeliydi. Yapacak çok fazla şeyi ve onları yapabilmek için çok az enerjisi vardı. Saat bazında düşününce aslında sağlam bir uyku çekmişti. Uykuya dalmadan önce gecenin en mükemmel önerisine tanık olmuştu ‘yatıp uykumda ölmeyi bekleyeceğim’. Denemeye değerdi.
Hiç durmadan konuştuğu -konuşabildiği- zamanları hatırlıyordu. Artık o cümlelere yeni bir özne bulmak, yeni bir yorgunluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Eğreti duruyordu, hayır onların suçuydu. Çünkü her seferinde hatayı kendisinde bulduğu senaryolar artık gerçekçi gelmiyordu. Hayatta biraz da adalet olmalıydı -en azından biraz-.
Kendi kendine oynadığı küçük oyunları artık ilgisini çekmiyordu. Çünkü zaten o çorabın tekini bulamadıkça mutlu olamayacaktı. Keşke her şey kazı kazan kadar basit olsaydı -kısa ve öz-.
Kar durdu sonra. Belli ki bir an önce gelebilmek adına çok fazla şeyden vazgeçtiği şehir bile onu ‘o kadar da çok’ sevmiyordu. Aslında olmak istediği tek yer karşılaşacağı şeylerden en çok korktuğu yer haline gelmişti.
Önemli olan ortak zevkler, ortak mekanlar, ortak herhangi bir şeyler değildi. Anlayan biri lazımdı. Yargılamayan, eleştirmeyen, korkutmayan ama anladığından her şeyden çok emin olduğu biri -sahlep içerlerdi-. Zaten kendini yeterince yargılamamış mıydı? İşte o adalete tam da bu noktada ihtiyaç vardı. Yine de bulacağına dair artık neredeyse pes ediyordu.
Kimileri değer gördüğünü ya da değer verme ihtimalinin olduğunu düşündüğü durumlarda kaçıyorlardı, kimileri de değer görmediğini hissettiği durumlarda. Her şey eninde sonunda kaçmaya bağlanıyordu ya işte yüz yıl da geçse neden biz olunamayacağı anlam veremediği tek şey olacaktı.
‘Balık aldım, akşam erken gel.’ cümlesi bir insanı ne kadar dağıtabilirdi? Tek sorunun belki de özlemek olduğunu fark ettiğinde henüz çok geç değildi. Biraz daha düşününce buna alışamamışlık da eklenebilirdi -sadece alıştığına dair kendini ikna etmek için o kadar uğraşmıştı ki belki de bu kadar uğraşıp sonuca varabildiği tek şeyi bir çırpıda hiçe saymak zor geliyordu-.
Gece üstüne yattığı için kolunun hissizlik derecesinde uyuşmasını kaç insan severdi? Koluna tırnaklarını geçirip çimdiklemek hatta ısırmak ve hiçbir şey hissetmemek ya da kolunu havada tutamayıp kendi kendine aşağı düşmesini izlemek kaç insanın hoşuna giderdi? Biraz daha hissiz olabilmek için çok fazla şey yapabilirdi. Kimileri bunun çok değerli bir şey olduğunu söylerdi. Bir şeyler hissedebilmek, bir duyguyu tüm hücrelerinin yaşadığını hissedebilmek -psikolojik olduğundan adın kadar emin olduğun ama yine de fiziksel etkilerine engel olamadığın acının da mı?-
Sıcacık yanan kalorifer yolunda giden nadir şeylerdendi. Çünkü artık o yolunda gitmeyen şeyler giderek normalleşiyor, yadırganmıyor, alışkanlık haline geliyordu. Hatta bunun farkında olmanın yarattığı o rahatsızlık hali bile eskisi kadar huzursuz etmiyordu.
Ama kalabalıklaşan ortamlar ve tamamlanamayan yazılar yine her şeyi başa sarıyordu.

Birtakım olağan kafa patlatmacalar.

Bu sabah farklı uyanmayı umuyordum.
Dün gece -aslında tahminen sabaha karşı- hayatımdan gelip geçen tüm insanlar -aslında daha çok erkekler-, aşklar ve acılar için bir(1) dakikalık bir saygı duruşunda bulundum. Öldürdüm onları ve bu sabah farklı uyanmayı umuyordum.
Yalan yok. Şu an bir arkadaşımın evinde, elimde uyku sersemliğiyle demlediğim çay ve üç(3) saatlik uykuyla bunları yazıyorum. Bir yerlerde fotoğraflar görüyorum. Bir yerlerde birileri beni düşünmüyor. Masanın üzerinde bir adet Turgut Uyar duruyor. Yapacak çok fazla şey yok, sevgim acıyor. Ve Büyük Ev Ablukada’nın kesinlikle başka bir dünya olduğuna inanıyorum, gel beraber diye değil.
Kafa patlatmak işe yaramıyor mesela artık. Bazı şeyler ispatlanamayacağından çıkıp karşısına açık açık sorulamıyor. İnanmak lazım geliyor. İnsanın içi el vermiyor. “Nasıl olur?” diye kocaman bir ağırlık insanın iki ciğerinin ortasına oturuyor -pek tabi biraz da sigara dumanı-.
Vazgeçtim dediğim o temalara geri dönüyorum çünkü açıkçası başka türlüsünü de pek fazla bilmiyorum. Yalan yok.
Bazı anlar unutuluyor mesela, üzgünüm. Sanki bir filmde izlemiştim ya da bir kitapta okuyup da gözümde canlandırmayı denemiştim gibi. “Ben yaşamış olamam” diyorum, çok üzgünüm. “Ben yaşasam böyle olmazdı arkadaş!” isyanı beni ele geçiriyor, kendimi kandırmayı seçiyorum. Biraz da korkaklık sanıyorum. Yüz yüze gelemiyorum. Yalan yok.
“Nasıl olsa geri dönemiyoruz bari kolayı seçeyim” diyorum. “Ben bu değilim” duvarına tosluyorum. “Ben bu olmalıyım” diyen sesi bastırmadığım zaman büyüdüm diyeceğim. Değişmekten korkuyorum ben, yeni benle nasıl baş ederim bilemiyorum ben. Aslında daha vahimi yeni ben denemesi başarısız olursa diye her şeyden çok korkuyorum ben. 18 yaşında bir insanın başarısızlık kapasitesi ne kadardır bilen var mı? Çoktan aştığımı hissediyorum. Yorgun gibi. Kolunu kıpırdatacak hali yokmuş da biri gelip o kolu beline dolasın istiyormuş gibi.
Çay olmasa napardık?
Klavyeden çıkan sesle hipnoz oluyorum -pek tabi biraz da sigara dumanı-. “Uyuşmuş gibi yaşıyorum” tanımı aklıma ilk düştüğünde “Kendine haksızlık etme!” demiştim, yanılmışım. Ufak bir eklemeyle “Uyuşturulmuş gibi yaşıyorum”. Yalan yok. Sadece ve sadece “Turgut Uyar’a haksızlık etme!” var.
Ve ev ne güzel şey var bir de. Ev cidden ne güzel şey. İnsanın aklına şey geliyor, başlı başına sadece ev bile böylesine güzelken hangi puşt bizi üzen? -puşt vurgulu orda, çok rica ediyorum-
Bu sabah farklı uyanmayı umuyordum demiştim değil mi? Demiştim. Peki, bunu geçelim.
Ben buradan çıkamıyorum. Yalan yok. Aynı şeyleri saatlerce konuşurum, pes etmem düşünürüm de çıkamıyorum be. Debeleniyorum. Deliriyorum. Dönüp duruyorum. Değişemiyorum. Dahası da var da çaktırmamaya çalışıyorum. İşte buralar çok fena çaresizlik kokuyor. “Çözümsüzlük, her zaman kazanırsın” demeden geçemiyorum.
Birazdan güzel bir kahvaltı edeceğim düşüncesi biraz olsun iyi geliyor. Çünkü ‘yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilemem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı’. Bir de o benim hazırladığım en güzel kahvaltı değildi, çok şey kaçırıyorsun, yazık. Geçelim buraları zaten o yokuş da dünyanın en çirkin yokuşuydu. Dünyanın en çirkin çakmağı kadar değerli olamazdı.
Şimdi buralardan gitmeli. Yalan yok. Buralar fazlaca hapsolmuşluk kokuyor.