Ankara, İstanbul'dan hareketle.

Şimdi size biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vaktini anlatacağım. Dünyanın enbirinci akşam vaktini.
"Sarılmayacak mısın?" dedi. "O kadar özlüyordun?" Haklıydı. Ben böyle bir özlemek bilmiyordum. Kısacık bir ilişki ve sonsuz saatte bitmek bilmeyen bir ayrılık konuşmasından sonra 23413263. kez arkadaş kalmayı deneyen, beceremeyen ve hala da beraber olma noktasından köşe bucak kaçan iki insandık ve ben bir insanı bu kadar özlemenin mümkün olduğunu sarılınca anlıyordum. İki insanın birbirini bu kadar sevip de nasıl beraber olamadıklarını ise hiçbir zaman anlamayacaktım.
Nereye oturacağımıza çoktan karar vermişti. İtiraz etmedim. En sevdiği, en çok vakit geçirdiği yerdi, bense ilk kez onunla oraya oturacak olmanın ne kadar özel olduğunu geçiriyordum aklımdan. Her zaman oturduğu masanın dolu olduğunu görünce canı sıkıldı biraz yine de havanın güzelliği gayet tadındaydı, dışarıda bir masaya oturduk. Kapının önünde kamp kuran köpek yüzünden zaten içeriye girmeye bir türlü cesaret edemeyip "Üşümeyiz ya dışarıya oturalım!" diye sızlanacağımı hiç öğrenmemiş oldu.
"İki Tuborg Gold"..."Ben içmicem!" Birasına eşlik etmek dünyanın en önemli şeyiydi ve ben ona karşı gelmiştim. Nasıl olurdu? Biranın etiketini yolmaksa bira içerken yapılabilecek dünyanın en keyifli aktivitesiydi. Bense tutmuş buna ortak olmuştum, en şımarık en kendimden emin tavrımla bu zevkini elinden almıştım. Nasıl olurdu? Oluyordu işte. Ne yaparsam yapayım kızamıyordu. Arada bir aystiğ içtiğim pipetle birasından çalıyordum. Gülüyorduk.
"Uzat ayaklarını benim bacaklarımın üstüne." Masa dünyanın en küçük masasıydı ve ben bir türlü rahat edemiyordum. Uzattım.
Sanki saatlerce sussak bile hiç olmadığım kadar mutlu olmazmışım gibi konuşacak bir şeyler bulmak için çabalıyordu. Gerek bile yoktu ve her anımızı ezbere bildiğimizden yüzyüzeyken konuşacak pek fazla şeyimiz de kalmıyordu. Yetiyordu da artamayacak kadar açtım onunla aynı masada oturmaya.
"N'apalım burdan? Limana inelim mi?" İnilecek bir limanımız olduğu için dünyanın en şanslı insanlarıydık. İndik. "Benim sevdiğim yere oturucaz!" mızmızlanmalarım sonuç verdi ki bana kıyamadığını adım gibi bildiğim bir insana bunları söylemek sadece formaliteydi. Bir duvarın üzerinde oturmuş ayaklarımızı sallandırıyorduk denizin üstüne. Kafam onun omzunun üstüne, elleri ellerimin üstüne. Sarılıyorduk. İçten içe olması için her şeyi vereceğim ama bir yandan da aylardır asla olmayacak diye kendi kendimi ikna ettiğim dünyanın en güzel anı gerçek oluyordu.
Kafamı hafifçe kaldırıp gözlerinin içine baktım ve beni öpmesine ramak kala tekrar gömdüm kafamı omzuna. Neden yaptım hala da bilmiyorum. Maalesef ki bende hala az az izlerini taşıdığım o 'anı yaşayamama' sendromundan var. O da biliyordu. "N'olur bu anı hiç bozma." dedi. Bozacaktım o da biliyordu.
Duramadı yine çünkü biraz da olsa onun istediği anı yaşamalıydık. Haklıydı.İtiraz etmedim. Kalktık bu sefer de onun sevdiği banklardan birine oturduk yine limanın hemen dibinde. Anın büyüsü bozulmamıştı. Demek mekan önemli olan şeyler listesine bile girmiyordu biz yan yanayken. Ve dünyanın en özel anı şüphesiz ki dayanamayıp beni kemiklerimi kıracakmışçasına tutarak zorla öptüğü andı. Anı yaşamayı herkesten daha iyi biliyordu. Bense bunun ne demek olduğunu hiçbir zaman öğrenemeyecektim. O anda aklımdan geçen tek şey "Yani artık benim mi?" sorusu olduğu için kendimden hala da nefret ederim. Bir hışım geri çekmeye yeltendim kendimi, bırakmadı. Bir türlü bırakmıyordu. Keşke hiç bırakmasaydı.
Hiç olmadığım kadar kıpkırmızı olduğumu söylüyordu. Elini aldım ve göğsüme götürdüm. Kalbim hiç olmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Biz gülüyorduk. Ben yine duramayıp ikimizle ilgili somut bir şeyler yakalamaya çalışıyordum. Oysa daha somutu olamazdı, bilmiyordum. Durmadan konuşuyor, ona bir şeyler söyletebilmek için kıvranıyordum. O cümlelerimi yarıda bırakan öpücükler konduruyordu dudaklarıma. Biz gülüyorduk.
Son anda saate bakmak aklıma geldi, panikledim. Külkedisine dönüşeceğim vakit yaklaşıyordu ve bundan sonrasında koşar adım yaşamalıydık tüm anlarımızı.
"Yapamayız."
"Ne?"
Anlamıyordum. Ağzından o bir kelimelik cümle bozuntusunu nasıl çıkarabiliyor aklım almıyordu.Çünkü yürürken bile hala baş parmağımdan tutuyor, avuçlarımı öpüyordu. "Sevgilim misin sanki tutma elimi." diyordum o bir daha öpüyordu.
Aramızdaki kilometreleri bahane ediyordu. Tüm o eski sorunları bahane ediyordu. Kendine olan güvensizliğini bahane ediyordu. Beni mutsuz edeceğini bahane ediyordu. Tüm söyledikleri bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu.
Önüne geçtim, durdurdum. "Benimle olmak istiyor musun?" dedim. Sustu. 'İstiyorum de allahıncezası.' İstiyordu. Böylesine istenilen bir şeyden nasıl bu kadar korkulur hiçbir zaman anlamayacaktım. Söylediği şeyler hala kulağımdan çıkmaya devam ediyordu.
Evin önüne geldiğimizde sanki vedalaşma denen şeyden habersizdim. Yürüdüm. Kolumdan tuttu. Sarıldı. İstemiyordum oysa. Benimle beraber olamayan bir adama sarılmak bile istemiyordum. "Lütfen sarıl bana, uzun süre göreşemicez."..."Hayır, bir daha hiç görüşmicez." İrkildi. Sanki en korktuğu şey başına gelmiş gibi irkildi. "Beni hayatından çıkarmana asla izin veremem, seni kaybedemem anlıyor musun?" Anlamıyordum.
Dünyanın en çirkin "Hoşçakal"ıyla veda ettim ona. Sonrasında defalarca aradı açmadım. Açamadım.
Biryılüçayüçhaftadır hayatımı tapulayan en gerçek hikayemin en güzel akşam vakti son bulmuştu. Yine de hiçbir zaman onu hayatımdan çıkaramadım.
Hala da tek bir ana geri dönmeme izin verseler diğer bütün anlarımı yaşanmamış sayarım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder